E-ISSN 2651-5164 / Print-ISSN 2717-6398
TURKDERM - Turkish Archives of Dermatology and Venereology - Turkderm-Turk Arch Dermatol Venereol: 44 (2)
Volume: 44  Issue: 2 - 2010
EDITORIAL
1.Regulations in Imiquimod Usage and Difficulties for Dermatologists in Prescription
Özlem Su
Pages 48 - 49
Abstract |Full Text PDF

REVIEW ARTICLE
2.Cutaneous Vasculitis
Nilsel İlter, Esra Adışen
Pages 50 - 60
Vaskülit kan damar duvarında kanama ve/veya iskemik olaylara neden olan vasküler inflamasyon şeklinde tanımlanmaktadır. Vaskülitlerin en sık görülen klinik bulgusu palpabl purpura olmasına karşın hastalar ürtiker, infiltratif eritem, peteşi, purpura, purpurik,papüller hemorajik veziküller ve büller, nodüller, livedo retikülaris, derin ülserler ve dijital gangren gibi lezyonlarla da başvurabilirler. Vaskülitik hastalıklarda sınıflamalar önemlidir ve tutulan damar çapına göre yapılan sınıflama en yaygın kabul görendir. Bu derlemede kütanöz vaskülitlerin en sık görülen formları üzerinde durulmaktadır.
Vasculitis is defined as inflammation directed at vessels, which compromises or destroys the vessel wall leading to haemorrhagic and/or ischaemic events. Although the most common clinical finding of vasculitis is palpable purpura, patients may also present with other lesions including urticaria, infiltrative erythema, petechiae, purpura, purpuric papules, haemorrhagic vesicles and bullae, nodules, livedo reticularis, deep ulcers and digital gangrene. Classification systems have been important in the study of vasculitic diseases, and the most widely accepted one is based on the size of the vessel involved. This article will focus on the most common forms of cutaneous vasculitis.

ORIGINAL INVESTIGATION
3.10-Year Observation of Bullous Pemphigoid Patients
Bengu Nisa Akay, Pertevniyal Bodamyalı, Hatice Şanlı, Aynur Akyol
Pages 61 - 64
Amaç: Büllöz pemfigoid (BP) genellikle yaşlı hastalarda görülen, yıllık mortalitesi %19-41 arasında değişim gösterebilen geniş gergin büllerle karakterize otoimmün büllöz bir hastalıktır. Bu çalışmada, BP’li olgularda etyolojik faktörler, demografik özellikler, klinik seyir ve olguların tedaviye yanıtlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Ocak 1999-Ocak 2008 yılları arasında BP tanısı alan 31 olguda retrospektif olarak hastalık süresi, eşlik eden semptomlar, klinik bulgular, ilaç hikayesi, tedaviye yanıt, rekürrens oranları ve olası malinite taraması için yapılan laboratuvar tetkileri ve radyolojik incelemeler değerlendirildi. Bulgular: BP tanısı alan 31 olguda kadın erkek oranı 19/12 olup, yaş aralığı 59-96 arasında değişmekteydi (ortalama 78,8±8,67). Ortalama hastalık süresi 16,58±18,48 ay olarak saptandı. Perilezyonel derinin direk immunfloresan incelemesinde dermoepidermal bileşkede lineer IgG ve C3 depolanması olguların 24’ünde (%77,4) görüldü. Olguların hiç birisinde tetikleyici faktör olarak ilaç kullanımına ve altta yatan maliniteye rastlanmadı. Tedavide 8 olguda ilk seçeneğin oral prednizolon olduğu (50-60 mg/gün) ve tümünde tedaviye tam yanıt alındığı ancak 2 olgunun tedavi devam ederken eksitus olduğu görüldü. Dört olgunun ise hospitalizasyon sırasında, herhangi bir tedavi başlanamadan, nedeni bilinmeyen bir şekilde eksitus olduğu görüldü. Başlangıç tedavisi 16 olguda oral prednizolon ve azatiyopirin ile yapılırken, steroid dozunun azaltılarak kesildiği, azatiyopirin tedavisinin ise 6 ay-1 yıla tamamlandığı görüldü. Hastalar tedaviler kesildikten sonra ortalama 12 ay takip edilmiş ve 11 olguda (%35) nüks gözlenmiştir. En uzun remisyon prednizolon ve azatiyopirin kombinasyonunda sağlanmıştır.
Sonuç: Çalışmamızın sonunda BP ile malinite ve ilaç kullanımı arasında bir ilişki kurulamamıştır. Hastalığın tedaviye yanıtı iyi olup özellikle steroid ve azatiyopirin kombinasyonunun hastalık nüksünü azalttığı bulunmuştur. Ancak hastalığa spesifik mortalite yüksek olup mortaliteye neden olan faktörlerin belirlenmesine ihtiyaç bulunmaktadır
Background and Design: Bullous pemphigoid (BP) is an autoimmune skin disorder characterized by large, tense blisters of the skin. It occurs mainly in the elderly. The one year mortality associated with bullous pemphigoid ranges from 19% to 41%. We aim to analyse the etiologic factors, demographic features, clinical course and response to treatment in patients with BP.
Material and Method: Between January 1999 and January 2008, 31 patients with BP were evaluated retrospectively. We assessed duration of the disease, presence of associated symptoms, clinical findings, drug intake, response to treatment, recurrence rates and also extensive laboratory testing and radiologic evaluations on each patient to clarify a possible underlying malignancy. Results: In a 10-year period, 31 patients with BP, female male ratio was 19/12, ranging in age from 59 to 96 (mean 78.8±8.67 years) were evaluated. Duration of the disease was 16.58±18.48 months. Direct immunoflourescence of the perilesional skin showed linear deposition of IgG and C3 along the dermoepidermal junction in 24 patients (77.4%). There was no significant relationship between drug usage and bullous pemphigoid. No malignancy was detected. Medium dosage of prednisolone (50-60 mg/day) was the first choice of treatment in 8 patients with a complete response rate in all but two patients died during therapy. Four patients died during hospitalization with unknown reasons before any treatment was started. In 16 cases the initial treatment was prednisolone and azathioprine. The mean follow-up period was 12 months and 11 (35%) cases had relapsed. The longest remission was achieved with prednisolone and azathioprine combination.
Conclusion: In conclusion, no association was found between BP and drug usage or malignancy. All patients responded well to treatment. Therapy with prednisone maintained with azathiopyrine significantly reduced the recurrences. However, disease-specific mortality is found to be high and factors for mortality need to be identified.

4.Comparison of the Distributions of Seborrheic Dermatitis, Herpes Zoster and Pityriasis Rosea According to Seasons
Tuncer Saçar, Handan Saçar
Pages 65 - 68
Amaç: Seboreik dermatit, herpes zoster ve pitriyazis rozeanın ortak özellikleri hava ısısının düşük olduğu dönemlerde görülme sıklıklarının artmasıdır. Biz çalışmamızda seboreik dermatit, herpes zoster ve pitriyazis rozea’nın yıl içinde aylar ve mevsimler ile olan ilişkilerini saptamayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Aralık 2006 - Aralık 2009 tarihleri arasında dermatoloji polikliniğimize başvuran 20397 hasta ve seboreik dermatit, herpes zoster ve pitriyazis rozea tanısı almış olan 1801 hasta otomasyon dosya sisteminden retrospektif olarak analiz edildi. Hastalar demografik verilere ve tanılara göre gruplandırıldı.
Bulgular: Hastalıklar ile sık görüldüğü mevsimler arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki tespit edildi (p<0,001). Seboreik dermatit %32,5 oranında sonbahar mevsiminde, herpes zoster %29,8 oranında sonbahar mevsiminde, pitriyazis rozea %31,0 oranında kış mevsiminde, tüm dermatolojik hastalıklar %29,1 oranında kış mevsiminde tespit edildi. Hastalıklar ile sık görüldüğü aylar arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki tespit edildi (p<0,001). Seboreik dermatit %12,3 oranında kasım ayında, herpes zoster %11,5 oranında eylül ayında, pitriyazis rozea %10,7 oranında ocak ayında, tüm dermatolojik hastalıklar %8,21 oranında şubat ayında tespit edildi.
Sonuç: Çalışma sonuçlarımız literatür bilgileri ile paralellik göstermektedir. Seboreik dermatit, herpes zoster, pitriyazis rozea ve tüm dermatolojik hastalıkların görülmesi açısından sonbahar ve kış ayları en yüksek oranda tespit edilmiştir. Ortam ısısının düşmesi hücresel immun direncin deprese olmasına neden olmakta, bunun da hastalıklara yatkın bireylerde hastalıkların ortaya çıkmasına ya da nüksüne neden olduğunu düşünüyoruz.
Background and Design: The common characteristic of seborrheic dermatitis, herpes zoster and pityriasis rosea is the increase in their incidence in the low weather temperature periods. The aim of this study was to determine the relationships of seborrheic dermatitis, herpes zoster and pityriasis rosea with the months and sessions during the year.
Material and Method: Twenty thousends three hundreds ninety seven patients referred to our dermatology policlinic between December 2006 and December 2009 with 1801 patients being diagnosed as seborrheic dermatitis, herpes zoster or pityriasis rosea were retrospectively analysed from the automation record system. The patients were grouped according to demographic data and diagnosis.
Results: A statistically significant relationship was found between the diseases and the seasons in which they were frequently seen (p<0.001). It was found that 32.5% of seborrheic dermatitis was seen in autumn season, 29.8% of herpes zoster was seen in autumn season, 31.0% of pityriasis rosea was seen in winter season, and 29.1% of all dermatological diseases was seen in winter season. A statistically significant relationship was found between the diseases and the months in which they were frequently seen (p<0.001). It was detected that 12.3% of seborrheic dermatitis was seen in November, 11.5% of herpes zoster was seen in September, 10.7% of pityriasis rosea was seen in January, and 8.21% of all dermatological diseases was seen in February.
Conclusion: Our study results show parallelism with literature knowledge. Seborrheic dermatitis, herpes zoster and pityriasis rosea were seen in most high ratios in autumn and winter seasons. We suggest that the decrease in the environment temperature causes a depression in cellular immune resistance, and this leads to the emergence or relapses of diseases in patients prone to diseases.

5.Serum Growth Hormone and Insulin-Like Growth Factor-1 Levels in Women with Postadolescent Acne
Mualla Polat, Meral Ekşioğlu
Pages 69 - 72
Amaç: Akne vulgaris pilosebase ünitenin inflamatuvar bir hastalığıdır. Genellikle ergenlik döneminde başlar ancak yetişkin dönemine de uzayabilir. Çalışmamızda diğer hormonal parametreleri normal olan kadın hastalarda postadölesan akne etyopatogenezinde rol alabilecek İnsülin-benzeri büyüme faktörü (IGF) -1 ve Büyüme hormonu (GH) değerlerini araştırarak lezyonların türüyle bağlantılısını incelemeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Çalışma Eylül 2005 ile Temmuz 2006 tarihleri arasında polikliniğimize postadölesan akne şikayeti ile başvuran diğer hormonal değerleri normal 30 kadın hasta ve yaşa göre eşleştirilmiş 25 sağlıklı kadından oluşan gönüllü kontrol grubu ile gerçekleştirildi. IGF-1 ve GH değerleri solid faz yarışmalı kemiluminesans yöntem ile çalışıldı.
Bulgular: Yaş dağılımı çalışma grupları için benzerdi (p=0,726). IGF-1 düzeyleri hastalarda 336,5±112,88 ng/ml, kontrol grubunda 194±31,32 ng/ml olup istatistiksel olarak anlamlı yükseklik tespit edildi (p=0,000). GH düzeyleri hastalarda 3,16±4,35 µIU/ml, kontrol grubunda 1,15±1,21 µIU/ml olup istatistiksel olarak anlamlı yükseklik tespit edilmedi (p=0,03). Nodül varlığında IGF-1 düzeyi (p=0,015), kist varlığında ise GH düzeyi sınırda anlamlı (p=0,005) olarak tespit edildi.
Sonuç: Çalışmamız, GH ve IGF-1’in özellikle postadölesan kadın hastalarda akne etyopatogenezindeki etkili olduğu yönündeki hipotezi desteklemektedir. Ancak çalışmamızın adölesan ve postadölesan kadın hastaları içeren iki ayrı grupta akne şiddetinin de belirlendiği kontrollü çalışmalarla desteklenmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Background and Design: Acne vulgaris is an inflammatory disease of pilosebaceous unit. It usually starts after puberty but may continue into adulthood. We studied Growth hormone (GH) and insulin-like growth factor (IGF)-1 levels in women patients with acne vulgaris in whom all other hormon levels were normal. We aimed to show any relation of the acne vulgaris lesion type and GH and IGF-1 levels.
Material and Method: The study conducted on the postadolesance period woman patients applying to out patient dermatology department with complaint of acne symptoms between Semtember 2005 and July 2006. All other hormonal parameters were normal in patients. 25 healthy similar age women were accepted as control. IGF-I and GH were quantified by solid-phase competitive chemiluminescence assays.
Results: There was no difference according to age between the groups (p=0.726). The mean IGF-1 level was 336.5±112.88 ng/ml in patients and 194±31.32 ng/ml in control; the difference was significantly important (p=0.000). The mean GH level was 3.16±4.35 µIU/ml in patients and 1.15±1.21 µIU/ml in control; and the diffrence was not found as important (p=0.03). IGF-1 level was significantly important in patients with noduler involvement (p=0.015), and GH level was also significantly important in patients with cystic involvement (p=0.05).
Conclusion: We supported the hypothesis that GH and IGF-1 levels were important in postadolasence period women patients with acne vulgaris. We recommend new studies comparing GH and IGF-1 levels in adolesence and postadolesence period women patients in order to support the role of these hormones in pathogenesis of acne vulgaris.

6.Histological Subgroups in Classic Kaposi Sarcoma: A Preliminary Study
Nilüfer Onak Kandemir, Banu Doğan Gün, Figen Barut, Gamze Yurdakan, Burak Bahadır, Sibel Bektaş, Mustafa Gün, Sevinç Hallaç Keser, Nagehan Özdemir, Şükrü Oğuz Özdamar
Pages 73 - 78
Amaç: Kaposi sarkomu (KS) infeksiyöz, immünolojik ve neoplastik süreçlerin birbiri içine geçtiği düşük malinite potansiyeli taşıyan vasküler tümörlerdir. Son yıllarda çok sayıda histolojik alt tipi tanımlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada, 56 hastaya ait 151 kütanöz klasik KS lezyonu histolojik alt tipler açısından retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Alt tiplerin belirlenmesinde lezyona hakim olan histopatolojik bileşen esas alınmıştır. Lezyonlarda epidermis ve dermisteki değişiklikler, peritümöral ve intratümöral inflamatuvar yanıt özellikleri incelenmiştir. Olgulara ait histopatolojik değişkenler belirlenerek alt tipler açısından farklılıklar araştırılmıştır.
Bulgular: KS’unun alışılagelmiş özelliklerini içeren ve başka türlü sınıflanamayan olgular çalışma grubunun %82,8’ini oluşturmaktadır. Yirmi altı olgu ise histopatolojik özellikleri açısından literatürde tanımlanan alt tipler ile uyum göstermektedir. En sık görülen histolojik alt tip lenfanjiyektatik varyant olup, olguların %7,3’ünü oluşturmaktadır. Büllöz (%2,6), lenfanjiyom benzeri (%2,6), intravasküler (%2) ve piyojenik granülom benzeri (%2) varyantlar daha az sıklıkta izlenmektedir. En nadir görülen histolojik alt tip mikronodüler (%0,6) tiptir. Lenfanjiyektatik, büllöz, intravasküler ve piyojenik granülom benzeri varyantlar sıklıkla nodüler evre KS’larında görülmektedir. Lenfanjiyom benzeri değişikliklerin ise erken dönem KS’larında izlendiği dikkati çekmiştir. Lenfanjiyektatik tipe sıklıkla büllöz komponent eşlik etmekte, piyojenik granülom benzeri tipte ise yüzeyel ülserasyon ve yoğun inflamatuvar yanıt görülmektedir. Lenfanjiyom benzeri ve intravasküler tiplerde histopatolojik görünüm karakteristik olmakla birlikte diğer varyantlarda farklı alt tiplere ait komponentler eşlik etmektedir.
Sonuç: KS’da histopatolojik alt tipler, farklı patogenetik süreçler sonucu gelişebilir. Literatürdeki en geniş olgu serilerinden biri olan bu çalışmada daha sonraki aşama, varyantların klinik ve prognostik özelliklerinin araştırılması olacaktır.
Background and Design: Kaposi sarcomas (KS) are vascular tumors with a low malignant potential which include overlapping infectious, immunologic, and neoplastic processes. Recently, many histological subtypes have been defined.
Material and Method: In the present study, 151 cutaneous classic KS lesions in 56 patients were retrospectively evaluated with regard to histological subtypes. Determination of the subtypes was based on the predominant histopathological component in the lesion. We examined changes in epidermis and dermis along with intratumoral inflammatory response characteristics in the lesions. By defining histopathological variants of the cases, differences regarding subtypes were investigated.
Results: Cases that bear the ordinary characteristics of KS and those that can not be classified otherwise, comprised 82..8% of the study group. Twenty-six cases showed consistency with the subtypes outlined in the literature in terms of their histopathological properties. The most common histological subtype was the lymphangiectatic variant in 7.3% of the cases. Bullous (2.6%), lymphangioma like (2.6%), intravascular (2%), and pyogenic granuloma like (2%) variants were less common. The most uncommon histological subtype was micronodular (0.6%) type. Lymphangiectatic, bullous, intravascular, and pyogenic granuloma like variants were frequently observed in the nodular stage of KSs. Lympangioma like changes were seen to be present in the early KS lesions. Lymphangiectatic type was oftenly associated with bullous component, whereas pyogenic granuloma like type demonstrated superficial ulceration and intense inflammatory response. Lymphangioma like and intravascular types exhibited a characteristic appearance, while other variants were accompanied by components belonging to different subtypes.
Conclusion: In KS, histopathological subtypes can develop as a result of different pathological processes. The next stage of the current study, which is one of the largest case series in the literature, will be investigation of the clinical and prognostic characteristics of the variants.

7.Systemic Retinoid Treatment in Childhood Psoriasis: Experience of 19 Mayıs University
Müge Güler Özden, Hilal Denizli, Fatma Aydın, Nilgün Şentürk, Tayyar Cantürk, Ahmet Yaşar Turanlı
Pages 79 - 82
Amaç: Çocukluk çağında görülen şiddetli plak tip psoriasis, önemli bir morbiditeye sahiptir ve bu konuda çok az bilgi olmasına rağmen sistemik tedavi kullanılmasını gerektirmektedir. Bu çalışmada şiddetli psoriasis kliniği olan çocuklarda asitretin tedavisinin sonuçlarını göstermeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Ondokuz Mayıs Üniversitesi Hastanesi’nde psoriasis vulgaris nedeniyle asitretin tedavisi alan 18 çocuk olgu geriye dönük olarak değerlendirildi. Olguların tedaviye verdikleri yanıtlar, toplam tedavi süreleri ve dozları kaydedildi. Bu klinik verilerin dışında, olguların tüm takip dönemlerine ait laboratuvar tetkikleri ile birlikte uzun süre asitretin tedavisi alan 3 olguya ait “kemik survey” incelemeleri değerlendirildi.
Bulgular: incelenen 18 olgunun psoriasis lezyonları 2’sinde (%11,1) tamamen, 10’unda (%55,5) büyük ölçüde gerilemişti. Asitretin tedavisi 2 olguda toplam 2 kür (11 ve 12 ay), 1 olguda toplam 15 ay süreyle olmak üzere 3 kür ve 1 olguda toplam 24 ay süreyle olmak üzere 5 kür olarak verilmesi gerektiği gözlendi. iki olgu mukokütanöz yan etkiler nedeniyle tedavinin 4. ve 5. ayında ilacı kesmişti. Olgularda bunun dışında herhangi bir yan etki saptanmadı.
Sonuç: Çocukluk çağı psoriasis olgularında asitretin tedavisi, dikkatli bir izlemle verildiğinde güvenilir ve etkili bir tedavi seçeneğidir.
Background and Design: Severe psoriasis in childhood has a significant morbidity and can warrant the use of systemic agents, although there are very little information in this group. We aimed to show the results of acitretin treatment in children with severe psoriasis, in this study.
Material and Method: We have retrospectively reviewed the notes of all 18 children treated with acitretin at Ondokuz Mayıs University Hospital. Patients’ responses to treatment, total treatment durations and acitretine dosage were recorded. Additionally, the laboratory results during the whole follow-up period and bone surveys for 3 patients who received long term treatment were evaluated.
Results: Of the 18 patients reviewed, 2 (%11.1) responded with clearance of psoriasis, 10 (%55.5) responded well with small residual plaques. Two patients needed two courses of acitretine (11 and 12 months), 1 patient needed three courses for 15 months and 1 needed 5 courses for 24 months. Two patients stopped treatment due to mucocutaneous side effects at 4th and 5th months. There were no other adverse events.
Conclusion: We propose that when carefully monitored, acitretine is a safe and efficacious treatment option for severe psoriasis in children.

8.Efficacy of Pimecrolimus 1% Cream in Various Clinical Forms of Atopic Dermatitis
Ebru İkizler, Ercan Karabacak, Özlem Karabudak, Bilal Doğan
Pages 83 - 87
Amaç: Atopik dermatit bilindiği gibi farklı klinik tiplerde karşımıza çıkar. Bu deneysel çalışmanın temel amacı, atopik dermatitin bu tipleri arasında pimekrolimusun etkinliğini karşılaştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 2-38 yaşları arasında, 50’si erkek, 20’si kadın, toplam 70 hasta alındı. Hastaların 22’si (%31,4) çocuktu (2-10 yaş). Hastalarda, solunum yolu allerjisi, total IgE yüksekliği, deri “prick” test pozitifliği ve tetikleyici allerjenler araştırıldı. Hastalar Wüthrich sınıflamasına göre, “mikst”, “pür intrinsik” ve “pür ekstrinsik” olarak sınıflandırıldı. Hastalara 6 hafta boyunca günde iki kez %1 pimekrolimus krem tedavisi uygulandı ve hastalar SCORAD indeksi kullanılarak değerlendirildi.
Bulgular: Sonuç olarak hastaların %58,6’sında (n=41) tedavi başarılı, %4,3’ünde (n=3) tedavi kısmen başarılı, %37,1’inde (n=26) tedavi başarısız bulundu. 35 hastada tam remisyon elde edildi. Tedavi öncesi ve sonrasındaki SCORAD değerleri arasındaki fark, istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,0001).
Sonuç: Çalışmada, mikst, pür intrinsik ve pür ekstrinsik atopik dermatit tipleri arasında pimekrolimus etkinliği karşılaştırıldığında, pür intrinsik tipte pimekrolimus daha etkili bulunmasına rağmen bu durum istatistiksel olarak anlamlı değildi (p=0,75). Yine, pimekrolimus etkinliği açısından, hafif ve orta şiddetli atopik dermatit hastaları arasında, istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı. (p=0,107) Ayrıca, bu çalışmada optimum tedavi süresinin erişkinlerde yaklaşık 6 hafta, çocuklarda ise 4 hafta olduğu kanısına varıldı.
Background and Design: Atopic dermatitis shows some different clinical appearances.The main aim of this experimental study is to compare the efficacy of pimecrolimus among these clinical subgoups of atopic dermatitis.
Material and Method: A total of 70 patients, 50 male and 20 female, aged between 2-38 years were included in the study. Twenty-two patients (%31.4) were pediatric (2-10 years). Patients were investigated in regard to high levels of total IgE, airway allergy, positive skin prick test and triggering allergens. Patients were classified as: mixed, pure intrinsic and pure extrinsic according to Wüthrich classification. Pimecrolimus 1% cream was applied to the patients twice daily for 6 weeks and patients were evaluated with SCORAD index before and after treatment.
Results: FAs a result, 58.6% of the patients (n=41) had a successful therapy with pimecrolimus while 4.3% (n=3) had partially successful. Thirty-five patients achieved full remission. The difference between the SCORADs before and after the treatment was found to be statistically significant (p<0.0001).
Conclusion: In this study, efficacy of pimecrolimus was compared to mixed, pure intrinsic and pure extrinsic types of atopic dermatitis. Although pimecrolimus was more effective in the pure intrinsic type, it was not statistically significant (p=0,75). There was also an insignificant difference between the mild and moderate atopic dermatitis for the efficacy of pimecrolimus (p=0,107). In addition, it is concluded in this study that the optimum treatment period with pimecrolimus should be approximately 4 weeks for children and 6 weeks for adults and adolescents.

9.Efficacy of Nail Brace Treatment For Ingrown Nails
Fatma Gülru Erdoğan, Münevver Güven, Atilla Halil Elhan, Aysel Gürler
Pages 88 - 91
Amaç: Tırnak batması; sık karşılaşılan, ağrılı bir sağlık problemidir. Tırnak batmasının tedavisinde çok farklı konservatif ve cerrahi yöntemler tanımlanmıştır. Bu çalışmada; tırnak batması tedavisinde kolay ve ucuz bir konservatif tedavi olan tırnak telinin tedavi etkinliğini, tırnak teli ile tedavi sonrası nüks yüzdelerini ve nüks için risk faktörlerini saptamayı amaçlamaktayız.
Gereç ve Yöntem: Tırnak batması yakınması olan 14-73 yaş aralığında bulunan 32’si kadın, 19’u erkek olmak üzere 51 hasta ve toplam 73 tırnak çalışmamıza alınmıştır. Granulasyon dokusu olan hastalara 3-7 gün aralıklarla gümüş nitrat uygulanmıştır. Granulasyon dokusu olanlarda granulasyon dokusunun tamamen düzelmesi ve tırnak batması şikayetinin kalmadığı noktada, granulasyon dokusu olmayan hastalarda ise ilk ay haftada bir, sonrasında ayda bir kontrol muayenelerinde batma şikayetinin kalmadığı noktada tırnak teli uygulaması sonlandırılmıştır.
Bulgular: Tırnak batması mevcut olan hastaların %98.6‘ı (72/73) tırnak teli ile tedaviden fayda görmüştür. Yetmiş bir tırnağın 12’sinde nüks tespit edilmiş olup (%16.,9), 59 tırnağın nükssüz takibine devam edilmektedir. İki tırnağın 3 aylık tedavi sonrası iyilik halinden sonra takibine ulaşılamamıştır. Tırnak teli ile tedavi edilen hastalar nüks açısından değerlendirildiğinde nüks eden tırnaklar ile nüks olmayan tırnaklar arasında tırnak batmasının evresi, granulasyon dokusu varlığı, tırnağın kalınlığı, tırnak körvünün açısı, yaş,cinsiyet, hiperhidrozis varlığı, şikayet süresi, tedavi süresi ve uygulanan toplam kuvvet bakımından anlamlı fark bulunmamıştır.
Sonuç: Tırnak teli uygulaması tırnak batması olan hastaların ağrı şikayetinin giderilmesinde ve tedavisinde etkili bulunmuş ve tedavi sonrası nüks açısından istatistiksel olarak anlamlı bir prediktif faktöre rastlanmamıştır.
Background and Design: Ingrown nail is a common, painful health problem. Various conservative and surgical methods have been defined for treatment of ingrown nails. In this study we aimed to evaluate the efficacy of nail brace treatment which is a cheap conservative treatment, recurrence percentages after nail brace treatment and risk factors for recurrence.
Material and Method: Thirty-two female and 19 male patients with the complaint of ingrown nail aged 14-73 with a total of 73 nails are included to the study. Silver nitrate has been applied every 3-7 days to patients with granulation tissue. Nail brace application has been stopped in patients with granulation tissue once the granulation tissue has subsided and complaints have subsided, in patients without granulation tissue as their complaint was over during weekly controls in first month and monthly controls thereafter.
Results: Ninety-eight point six percent of patients having ingrown nail (72/73) benefited from brace treatment. In 12 nails out of 71, recurrence has been established, in 59 nails follow-up without recurrence continues. Two nails have not been reached for followup after the first 3 month relief. Assessing patients treated with nail brace for recurrence, no significant difference was detected between recurrent and non-recurrent groups according to stage of ingrown nail, presence of granulation tissue, nail thickness, angle of nail curve, age, gender, presence of hyperhydrosis, duration of treatment and total force applied.
Conclusion: Nail brace application has been found effective for pain relief and as treatment in patients with ingrown nails and no statistically significant predictive factor has been found in terms of recurrence after treatment

TURKDERM-9860
10.Early Development of Squamous Cell Carsinoma in Two Sister Cases with pidermodysplasia Verruciformis
Ömer Çalka, Serap Güneş Bilgili, Necmettin Akdeniz, İrfan Bayram
Pages 92 - 95
Epidermodisplazya verrüsiformis (Lewandowsky-Lutz sendromu), multipl verruka plana, pitriyazis versikolor benzeri lezyonlar, hücresel immünitede bozukluk ve özellikle güneşe maruz kalan bölgelerde deri kanseri gelişimi ile karakterize nadir görülen bir hastalıktır. En sık otozomal resesif geçiş gösterir. Epidermodisplazya verrüsiformisli hastalarda en sık gelişen kanser türü skuamöz hücreli kanserlerdir. Deri kanserlerinin % 90’dan fazlasında human papilloma virüs bulunur. En sık tespit edilen human papilloma virusler 5,8 ve 47 tipleridir. Epidermodisplazya verrüsiformis tedavisi başlıca önleyici yöntemlerden oluşur. Fotokoruma tedavide önemlidir. Bu makalede, verruka plana, pitriyazis versikolor benzeri lezyonlar ve güneşe maruz kalan bölgelerde skuamöz hücreli karsinom gelişen iki kız kardeş hastalığın nadir görülmesi ve erken yaşta malinite gelişimi nedeni ile sunulmuştur.
Epidermodysplasia verruciformis (Lewandowsky-Lutz syndrome) is an uncommon disease characterized by multiple plane warts, pityriasis versicolor-like lesions, defects of cell-mediated immunity, and tendency to develop skin malignancies, primarily on sun-exposed areas. Most commonly it is inherited as an autosomal recessive trait. Squamous cell carcinoma is the most common type of skin cancer found in patient with epidermodysplasia verruciformis. Human papilloma virus 5, 8, and 47 are found in more than 90% of epidermodysplasia verruciformis skin cancers. Treatment for epidermodysplasia verruciformis consists largely of preventive measures. Photoprotection remains essential for management. In this report, two sister case of epidermodisplasia verruciformis with plane warts, pityriasis versicolor-like lesions, and squamous cell carcinomas on sun-exposed areas of skin was presented for it is a rarely encountered disease and associated with early development of malignancy.

11.Gorlin’s Syndrome Presenting with Acrochordon Like Lesions
Mualla Polat, Halil İbrahim Atasoy, Dilek Şenen, Yasemin Yıldırım, Fahri Yılmaz
Pages 96 - 98
Nevoid bazal hücreli korsinom sendromu, otozomal dominant kalıtımlı genetik bir hastalıktır. Klinik bulguları multipl bazal hücreli karsinom, çenede odontojenik kistler, el ve ayakta çukurlaşmış çöküklükler, iskelet anomalileri, ektopik kalsifikasyonlar ve çok sayıda anormallik ile karakterizedir. Biz çocuk hastada bazal hücreli karsinomun akrokordon görünümlü saplı papüllerle prezente olduğunu sunduk. Buna dayanarak çocuklarda gözlenen akrokordon benzeri lezyonların bazal hücreli karsinom için bir uyarıcı olabileceği ve erken tanı amacıyla akrokordonlardan biyopsi alınması gerektiğini düşünmekteyiz.
Nevoid basal cell carcinoma syndrome is a genodermatosis with autosomal dominant inheritance. Its clinical findings include multiple basal cell carcinomas, jaw cysts, pitting of the hands and feet, skeletal abnormalities, ectopic calcifications, and other less common abnormalities. We describe the development of pedunculated papules in a child with a clinical appearance of acrochordons that when removed showed basal cell carcinoma. These findings suggest that acrochordon in a child may be a sign leading to early diagnosis and deserve biopsy.

12.Pityriasis Rotunda
Gülsüm Gençoğlan, Işıl Kılınç Karaarslan, Ali Can Kazandı, Günseli Öztürk
Pages 99 - 101
Pitriyazis rotunda (PR), gövde ve ekstremitelerde yuvarlak-oval yamalarla karakterize nadir bir deri hastalığıdır. İnce skuamlı bu yamalar genellikle çevredeki deriden daha açık renkli, bazen de daha koyu renktedir. Beyaz ırkta oldukça nadir olan klinik tablo Japonlar, Güney Afrika ve Batı Hindistan zencilerinde daha sık gözlenmektedir. Akdeniz bölgesinde yoğun olarak Sardunya adasından olgular bildirilmiş olmakla birlikte Avrupa’da çok nadir görülmektedir. Burada ülkemizden tanı alan ilk iki olgu sunulmaktadır. On beş yaşında kız ve 4 yaşında erkek çocukta gövdenin tamamı ile ekstremitelerin proksimal kısımlarında iyi sınırlı, dairesel, pitriyazik skuamlı merkezi hipopigmente, periferi eritematöz plaklar mevcuttu. Hastaların deri foto tipi II idi. Histopatolojik incelemede granüler tabaka izlenmedi sadece orta derecede kompakt hiperkeratoz mevcuttu. Yalnız emolient kullanılan hastalarda lezyonlarda tam silinme sağlandı.
Pityriasis rotunda is a rare skin disease characterized by round or oval patches, localized mainly on the trunk, arms, and legs. The patches are usually lighter than the surrounding skin, but sometimes may be darker, and are covered by fine, adherent scales. It is very rare in caucasoids, common in Japanese and is also seen in South African blacks and West Indian black and Mediterrean area predominantly in Sardinia have been reported but it is seldom observed in Europe. We present the first two cases diagnosed from Turkey. There were well-demarcated circumscribed scaly plaques with a erythematous periphery and hypopigmented center on the trunk and proximal parts of upper limbs. Their skin phototype was III. Histopathologic examination revealed a moderate degree of compact hyperkeratosis without a granular layer. Complete clearing was observed with only emollients.

13.The Coexistence of Coeliac Disease, Psoriasis and Vitiligo
Sevgi Akarsu, Emel Fetil, Turna İlknur, Gökşen Yücel, Banu Lebe, Ali Tahsin Güneş
Pages 102 - 104
Çölyak hastalığının psoriasis ve vitiligo da dahil olmak üzere çoğu otoimmun kökenli olan bazı hastalıklarla birlikteliği tanımlanmıştır. Burada palmoplantar pustular psoriasis tanısı konulan ve özgeçmişinde çölyak ve vitiligo hastalığı bulunan 26 yaşında bir kadın olgu bildirilmektedir. Vitiligo, psoriasis ve çölyak hastalığı sık görülen hastalıklar olup literatürde çölyak hastalığı ile birlikte olan vitiligo ya da psoriasis olguları bildirilmiş olsa da, üçünün bir arada olduğu bir olguya rastlanmamıştır. Her ne kadar psoriasis ve vitiligo lezyonlarının çölyak hastalığı ile birlikteliğinin rastlantısal olma olasılığı bulunmakla beraber, bu olgu özellikle otoimmun kökenli ve kronik seyirli dermatozlarda çölyak hastalığı olasılığının da akla getirilmesi ve buna yönelik sorgulama yapılmasının önemini vurgulamak amacıyla sunulmaktadır.
It has been defined that coeliac disease is associated with most of the autoimmune diseases including psoriasis and vitiligo. Here, a 26-year-old woman who was diagnosed palmoplantar pustular psoriasis and already had coeliac disease and vitiligo is reported. According to our opinions, this is the first report describing the development of these three disorders in one patient, even though vitiligo, psoriasis and coeliac disease are common disorders, and the coexistence of the two of them has been previously reported in the literature. This case has been presented to emphasize the importance of considering and inquiring the possible coeliac disease in chronic and autoimmune dermatoses, although psoriasis and vitiligo may have coincidental associations with coeliac disease.

UP-TO-DATE
14.Updated Turkish Guidelines for the Management of Psoriasis with Biologic Agents
Sibel Alper, Nilgün Atakan, Mehmet Ali Gürer, Nahide Onsun, Güzin Özarmağan
Pages 105 - 112
Abstract |Full Text PDF

WHAT IS YOUR DIAGNOSIS?
15.Verrucous lesions localized on the three fingers of hand What is Your Diagnosis?
Ferdi Öztürk, Sedef Bayata, Peyker Temiz, Aylin Türel Ermertcan
Pages 113 - 114
Tanınız nedir? olduğu için özet yazılmamıştır.
Tanınız nedir? olduğu için özet yazılmamıştır.

NEWS
16.Society News

Page 115
Abstract |Full Text PDF

NEW PUBLICATIONS
17.Skin Infections: Diagnosis and Treatment

Page 116
Abstract |Full Text PDF

LookUs & Online Makale