E-ISSN 2651-5164 / Print-ISSN 2717-6398
TURKDERM - Turkish Archives of Dermatology and Venereology - Turkderm-Turk Arch Dermatol Venereol: 47 (3)
Volume: 47  Issue: 3 - 2013
EDITORIAL
1.Does isotretinoin cause inflammatory bowel disease?
Esra Adışen, Mehmet Ali Gürer
doi: 10.4274/turkderm.26086  Pages 130 - 135
İsotretinoin şiddetli akne ve sistemik antibiyotikler ile topikal tedavilere dirençli aknenin tedavisinde kullanılmaktadır. Akne tedavisinde çok etkili olmasına karşın isotretinoinin pek çok yan etkileri bulunmaktadır. İlacın akne tedavisinde onaylanması ve yaygın olarak kullanılmasını takiben isotretinoin ve inflamatuvar barsak hastalığı arasında olası bir ilişkiyi düşündüren olgu raporları ve retrospektif çalışmalar bildirilmiştir. Bu derlemede isotretinoin ve inflamatuvar barsak hastalığı arasındaki olası ilişki güncel literatür bilgileriyle sunulmaktadır.
Isotretinoin is used for the treatment of severe forms of acne and those resistant to therapy with systemic antibiotics and topical treatment. Although isotretinoin is very effective in the treatment of acne vulgaris, isotretinoin has been associated with various adverse effects. Since its approval and widespread use, there have been case reports and retrospective studies suggesting a possible association between isotretinoin and inflammatory bowel disease. This review summarizes the recent literature data on the possible association between isotretinoin and inflammatory bowel disease.

REVIEW ARTICLE
2.Reflectance Confocal Mıcroscopy; Morphology of Normal Skin and The Use in Melanocytic Lesions
Aslı Vefa Turgut Erdemir, Ayşe Esra Koku Aksu
doi: 10.4274/turkderm.00907  Pages 136 - 141
İn vivo Reflektans Konfokal Mikroskopi (RKM); canlı deride, hücre ve diğer yapıların histolojik analize yakın düzeyde görüntülenmesini sağlayan noninvaziv bir tanı yöntemidir. Epidermis, papiller dermis ve yüzeyel retiküler dermisdeki dinamik olayların değerlendirilmesine olanak sağlar. Stratum korneumdan başlayarak maksimum 350 μm derinliğe kadar incelenebilir. Bu yöntemin noninvaziv özelliği, etkilenen alanda hasara yol açmadan tekrarlayan görüntüleme yapma ve tedavi yanıtının değerlendirilmesine olanak sağlar. RKM, melanin ve melanozomların yüksek kontrast kaynağı olması nedeni ile normal derinin ve özellikle melanositik deri lezyonlarının değerlendirilmesinde büyük kolaylıklar sağlamaktadır. Bu makalede RKM ile normal deri morfolojisi ve melanositik lezyonlarının özellikleri anlatılmaktadır.
In vivo reflectance confocal microscopy (RCM) is a noninvasive method that allows imaging of cells and structures in living skin with resolution close to the histological analysis. RCM allows the assessment of dynamic events in the epidermis, papillary dermis and superficial reticular dermis. From the stratum corneum to a depth of a maximum of 350 μm can be analysed. The noninvasive feature of this technique, allows repetitive imaging without any damage to the affected area and to evaluate the response to the treatment. RCM, provides great convenience in assesment of normal skin and particularly in the evaluation of melanocytic lesions due to high contrast features of melanin and melanosomes. In this article morphology of normal skin and features of melanocytic lesions is described with RCM.

ORIGINAL INVESTIGATION
3.The interaction of osteopontin and related cytokin levels with disease activity, treatment and comorbidities in psoriasis vulgaris
Işıl Bulur, Ayla Gülekon, Özlem Erdem, Ayşegül Atak Yücel, Sevinç Çelik, Arzu Aral
doi: 10.4274/turkderm.55798  Pages 142 - 147
Amaç: IL23/Th17 aksı psoriasis patogenezinde heyacan uyandıran yeni bir yolaktır. Osteopontin Th1/Th17 yolağı üstünden psoriasisde etki gösteren yeni tanımlanan fosforile glikoasidik glikoproteindir. Bizde çalışmamızda serum ve deri örneklerinde OPN, IFN-γ, TNF-α, IL-12, IL-23, IL-17 düzeylerini değerlendirerek, psoriasis immünpatogenezinde OPN, Th1/Th1 yolağının rolünün anlaşılması, hastalık şiddeti ile ilişkisinin değerlendirilmesini ve tedaviye yönelik araştırmalar için hedef moleküllerin ortaya konulmasını amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza topikal kortikosteroid/kalsipotriol tedavisi alan 17 ve sistemik olarak metotreksat alan 17 olmak üzere toplam 34 psoriasis hastası dahil edilmiştir. OPN ve IFN-γ, TNF-α, IL-12, IL-23, IL-17 düzeyleri serumda ve deri örneklerinde değerlendirilmiştir. Sonuçlar tedavi öncesi ve sonrasında topikal ve sistemik tedavi grupları arasında karşılaştırılmıştır.
Bulgular: Psoriasis hastalarında tedavi öncesinde serum ve deri örneklerinde OPN, IFN-γ, TNF-α, IL-23, IL-17, IL-12 düzeyleri açısından istatiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır (p˃0,05). Psoriasis şiddeti ile serum sitokin düzeyleri ve OPN arasında anlamlı korelasyon bulunmamıştır. Tedavi sonrasında deri örneklerinde IFN-γ ve IL-17 düzeylerinde istatistiksel olarak anlamlı düşüş gözlenmiştir (p<0,025). OPN, TNF-α, IL-23 düzeylerinde ise tedavi ile anlamlı değişim saptanmamıştır (p˃0,025). Tedavi sonrasında topikal tedavi grubunda deri örneklerinde, sistemik tedavi grubunda ise serum örneklerinde OPN düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı düşüş görülmüştür (p<0,025). OPN, IFN-γ, TNF-α, IL-23, IL-17, IL-12 düzeylerindeki artış ile eşlik eden komorbiditeler arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmamıştır.
Sonuç: Tüm bu sonuçlar psoriasis hastalarında lezyonda ve serumda IFN-γ, TNF-α, IL-23, IL-12, IL-17 ve OPN düzeylerinin arttığını göstermekle beraber psoriasis immünpatogenezindeki yerleri, hastalıkla ve komorbiditeler ile ilişkilerini değerlendirmek amacı ile daha ileri çalışmaların gerekli olduğunu göstermektedir.
Background and Design: The IL23/Th17 axis is an exciting new pathway in the pathogenesis of psoriasis. OPN is a recently defined phosphorylated acidic glycoprotein which has an effect on psoriasis especially over Th1/Th17 cells. We aimed to understand the role of OPN and Th1/Th2 pathway in the immunopathogenesis of psoriasis, assess its relationship with disease severity and introduce the potential target molecules for therapeutic intervation in psoriatic patients.
Material and Method: Our study included 34 psoriatic patients. 17 patients were treated with corticosteroid/calsiporiol in topical treatment group and 17 patients were treated with methotrexate in the systemic treatment group. OPN and TNF-α, IFN-g, IL-12, IL-23, IL-17 levels were evaluated at the serum and skin samples. The results were compared between topical and systemic treatment groups, before and after treatment.
Results: OPN, TNF-α, IFN-g, IL-23, IL-17 levels in serum and skin samples were statistically insignificant before treatment in psoriatic patients (p˃0,05). No correlation was found between the severity of psoriasis with serum cytokin levels and OPN. IFN-γ and IL-17 levels were decreased significantly in each of the two patient groups after treatment (p<0,025). OPN, TNF-α, IL-23 levels did not change with treatment (p˃0,025). The posttreatment serum levels of OPN were decreased statistically in the systemic treatment group, whereas OPN levels were decreased in skin samples in topical treatment group after treatment. The increase of OPN, TNF-α, IFN-g, IL-23, IL-17, IL-12 levels together with the accompanied comorbidities were not found to be statistically significant.
Conclusion: All of these results showe that IFN-γ, TNF-α, IL-23, IL-12, IL-17 and OPN levels increase both in the lesion and serum in psoriasis patients, however further investigation should be made in order to assess their role in the immunupatogenesis of psoriasis and their relationship with the disease and comorbidities.

4.Retrospective analysis of 27 patients with cutaneous sarcoidosis
Kenan Aydoğan, Yasemin Aydın, Şaduman Balaban Adım, Işıl Tilki Günay, Hayriye Sarıcaoğlu, Emel Bülbül Başkan, Şükran Tunalı
doi: 10.4274/turkderm.01328  Pages 148 - 154
Amaç: Sarkoidoz; nedeni bilinmeyen, nonkazeifiye granülomatöz histopatolojisi olan, özellikle akciğer, retiküloendotelyal sistem, göz ve deriyi tutan multisistemik bir hastalıktır. Tüm sarkoidozlu olgularda deri tutulumu %9-37 oranında bildirilirken, sadece deri tutulumu %5.4-13.8 arasındadır. Bu retrospektif çalışmada amaç sarkoidozlu hastalarımızın klinikopatolojik özelliklerini ve kutanöz sarkoidoz ile sistemik sarkoidoz arasındaki ilişkiyi incelemektir.
Gereç ve Yöntem: 2005-2011 tarihleri arasında klinik ve patolojik olarak kutanöz sarkoidoz tanısı almış 27 hastanın tıbbi kayıtları geriye dönük olarak incelendi.
Bulgular: Hastaların 22’si kadın, 5’i erkekti. Yaş ortalamaları 45 idi(12-69 arası). Hastalık süresi 1 ay-5 yıl(ort. 1.5 yıl) arasında değişmekteydi. Hastaların %30’unda sadece deri tutulumu, 19’unda(%70) ekstrakutanöz tutulum vardı. Sarkoidoz spesifik deri lezyon tiplerinin dağılımı plak(12), nodül(10), papül(6), lupus pernio(4), makülopapül(1) şeklindeydi ve lezyonların en çok yerleştiği alanlar baş-boyun bölgesi idi. Bir hastada eritema nodozum(EN) vardı. Sadece deri tutulumu olan 8 hastada topikal ve sistemik kortikosteroid, ekstrakutanöz tutulumu olan hastalarda sistemik, topikal ve intralezyoner kortikosteroid, metotreksat kullanıldı. Olgularımızın çoğunda 2 yıllık takip döneminde deri lezyonu düzelirken, %33’ünde nüks gözlendi.
Sonuç: Kutanöz tutulum sistemik hastalığın ilk bulgusu olarak ortaya çıkabilir. Çalışma verilerimize göre olgularımızın %30’u sadece deri tutulumu ile karakterizedir. Kutanöz sarkoidal granülomlu hastalarda sistemik hastalık bulguları da eşlik edebilmektedir. Bu yüzden dermatoloji bölümüne başvuran tüm kutanöz sarkoidozlu hastalarda sistemik tutulumun araştırılması gerekir.
Background and Design: Sarcoidosis is a multisystemic disorder especially involves the lung, reticuloendothelial system, eyes and skin, characterized with noncaseating granulomatous histopathology with unknown etiology.Although, skin involvement has been reported 9-37% in patients with sarcoidosis, isolated skin involvement has been reported only 5.4-13.8% of the cases. The purpose of this retrospective study was to evaluate the clinical and histopathologic characteristics of patients with sarcoidosis and the relationship of cutaneous sarcoidosis with systemic sarcoidosis.
Material and Method: Case records and histopathological files of 27 patients with a clinicopathological diagnosis of cutaneous sarcoidosis at the our Dermatology and Venereology Department from 2005 to 2011 were retrospectively reviewed.
Results: A total of patients, 22 patients were female and 5 male. Mean age was 45(12-69). Mean duration of the disease was 1.5 years(1 month to 5 years). Only skin lesions in 30% of the patients, 19 patients(70%) had extracutaneous involvement. The distribution of specific types of skin lesions in sarcoidosis were plaque(12), nodules(10), papules(6), lupus pernio(4) maculopapular(1) and most common localization of the lesions was head and neck region. One patient had an erythema nodosum lesion. Topical and systemic corticosteroids were used in eight patients with isolated skin lesions. Systemic, topical and intralesional corticosteroids and methotrexate were used in patients with extracutaneous involvement. Most of the cases skin lesions were improved in 2-years follow-up period. Relapse was observed in 33% of the patients.
Conclusion: Cutaneous involvement can occur as the first sign of systemic disease. According to our study results 30% of our cases characterized with isolated skin involvement. Systemic signs of disease may accompanied in patients with cutaneous sarcoidosis.Therefore, all patients presenting to the dermatology departments with cutaneous sarcoidosis require investigations for systemic sarcoidosis.

5.Clinical and the demographic characteristics of patients with alopecia areata
Sibel Yorgancılar, Ruken Azizoğlu Anlı, Roza Zelal Abdioğlu, Mustafa Arıca
doi: 10.4274/turkderm.31032  Pages 155 - 157
Amaç: Bu çalışmada bölgemizde görülen alopesi areatalı hastaların klinik ve demografik özelliklerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve yöntem: Çalışmamızda Ocak–Kasım 2009 tarihleri arasında ………………Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı polikliniğine başvuran hastalar arasında alopesi areata tanısı alan yaşları 2-52 arasında değişen 100 hasta değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya alınan 100 hastanın 44’ü kadın (%44), 56’sı erkek (%56) idi. Erkek: kadın oranı 1.2: 1, yaş ortalaması 19.19±10.93 yıl idi. Hastaların 90’ında (%90) alopesi areata, 5’inde (%5) alopesi totalis, 5’inde (%5) alopesi üniversalis mevcuttu. Hastaların %64’ünde hastalığın başlangıç yaşı 20 yaş altında saptandı. Saçlı deride hastaların %77.2’sinde hafif, %22.8’inde şiddetli tutulum tespit edildi. Saçlı deride hastalık şiddeti ile cinsiyet ve hastalık başlangıç dönemi arasında anlamlı bir ilişki bulunmadı (p=0.62, p=0.22). Tırnak tutulumu %43 olarak saptandı. Tırnak tutulum tipi olarak en sık pitting (%39.5) ve longitudinal çizgilenme (%39.5) görüldü. Saçlı deride hastalık şiddeti ve tırnak tutulumu arasında anlamlı bir ilişki bulunmadı (p=0.08). Hastaların %22’sinde aile hikayesi mevcuttu. Aile hikayesi ile hastalığın başlangıç dönemi ve saçlı deride hastalık şiddeti arasında anlamlı bir ilişki bulunmadı (p=0.13, p=0.07).
Sonuç: Çalışmamızın sonuçları daha önce yapılan klinik ve demografik çalışmaların verileriyle uyumlu bulunmuştur.
Background and Design: In this study, our aim was to determine clinical and the demographical characteristics of the patients with alopecia areata in our region.
Materials and Metods: In the study, 100 patients who received alopecia areata diagnosis with ages raging from 2 to 52 and who applied to the polyclinic of ………… Medical Faculty Dermatology Department between October and November 2009 were evaluated.
Results: Of 100 patients included into the study 44 (44%) were female and 56 (56%) male. The male\female ratio was 1.2: 1, mean age was 19.19±10.93 years. Alopecia areata was present in 90 (90%) of the patients, alopecia totalis in 5 (5%), alopecia universalis in 5 (5%). Sixty four percent of patients, the age of the disease onset was detected below the age of 20 years. In 77.2% of the patients, mild involvement in the scalp hair and in 22.8% of the patients, severe involvement was detected. A significant relationship between the severity of the disease in scalp hair and gender and the disease onset period was not found (p=0.62, p=0.22).The nail involvement was detected to be 43%, mostly as the pitting (39.5%) and the longitudinal ridging (39.5%). A significant relationship between the disease severity in scalp hair and the nail involvement was not found (p=0.08). There was family history presence in 22% of the patients. A significant relationship between the family history and the onset period of the disease and the disease severity in scalp hair was not determined (p=0.13, p=0.07).
Conclusion: The results of our study were found to be consistent with the clinical and demographic data carried out previously.

6.Retrospective evaluation of childhood alopecia areata cases
Munise Daye, Seda Doğan, Şükrü Balevi, İnci Mevlitoğlu
doi: 10.4274/turkderm.71542  Pages 158 - 160
Giriş: Alopesi areatalı (AA) olguların yaklaşık % 20’si çocuklardır. Çocukluk çağında görülen alopesi areata ile ilgili sınırlı bilgi bulunmaktadır. Kliniğimizde takip edilen AA’lı çocuk olguların demografik özelliklerini, hastalık tedavilerini ve takiplerini incelemeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Yaşları 16 ve altında olan 110 AA hastasına ait veriler geriye dönük olarak incelendi. Yaş, cinsiyet, hastalık başlangıç yaşı, hastalık süresi, AA tipi ve başlangıç yeri, tırnak tutulumu, eşlik eden dermatoz veya sistemik hastalık varlığı, laboratuar testleri, AA tedavileri ve takip edildikleri döneme ait bilgiler değerlendirildi.
Bulgular: Olguların % 46,4’ü kadın, % 53,6’sı erkekti. Yaş ortalamaları 10,35 yıldı. Hastalık başlangıç yaşı 8,65 yıldı. AA başlangıç yeri % 83,6 olguda scalp, % 5,4 olguda kaş, % 5,4 olguda vücut kılları, % 2,7 olguda kirpik, % 2,7 olguda kaş ve kirpikti. Hastalık tutulum tipi % 73,4 olguda AA, % 19 olguda alopesi totalis, % 5,4 olguda alopesi üniversalis, % 1,8 olguda ofiyazisti. Tırnak tutulumu % 36,3 olguda mevcuttu. Nevüs flammeus % 2,7 olguda mevcuttu. Hastalık süresi ortalama 17,02 aydı. Eşlik eden dermatoz % 2,7 olguda vitiligo, % 6,3 olguda atopik dermatitti. Eşlik eden sistemik hastalık % 1,8 olguda otoimmun tiroidit, % 2,7 olguda Down Sendromuydu. Tiroid otoantikorları olguların % 0,9’unda yüksekti. Olguların % 4,5’inde hipotiroidi, % 0,9’unda hipertiroidi saptandı. Olguların % 24,5’ine topikal kortikosteroid losyon, % 30,9’una antralin, %0,9’una minoksidil % 2’lik losyon, % 0,9’una kalsipotriol losyon, % 1,8’ine topikal kalsinörin inhibitörü, % 10’una intralezyonel kortikosteroid tedavisi verildi. Topikal tedaviye dirençli % 15,4 olguda sistemik kortikosteroid ve PUVA tedavisine geçildi. Olguların % 14,5’inde topikal tedaviler değişik kombinasyonlarda kullanıldı. Olguların % 34,5’inde remisyon gözlendi. Ortalama remisyon süresi 12,2 aydı. Olguların % 26,3’ünde ortalama 2 kez nüks gözlendi.
Sonuç: Sonuçlarımızın, ülkemizdeki AA’lı çocuk olguların epidemiyolojik verilerine katkıda bulunacağını düşünüyoruz.
Background and design: Approximately 20% of alopecia areata (AA) cases are children. There is limited information about childhood AA.We aimed to examine demographic features,treatments and diseases prognosis of child cases of AA that were followed in our clinic.
Material and methods: Datas of 110 AA patients who are 16 and under 16 years old were examined retrospectively.The age,gender,disease onset age,duration of disease,types of AA and onset area,nail involvement, accompanying systemic and dermatological diseases,laboratory tests,treatments and the prognosis were evaluated in their follow-up time.
Results: Female cases were 46,4%, male cases were 53,6%.The mean age was 10,35 years.The age of disease onset was 8,65 years.Primary onset areas of AA cases were scalp in 83,6%, eyebrows in 5,4%, body hair in 5,4%, eyelashes in 2,7%, eyebrows and eyelashes in 2,7%.Types of disease were AA in 73,4% cases,alopecia totalis in 19% cases, alopecia universalis in 5,4% cases,ophiaisis in 1,8% cases.Nail involvement was established in 36,3% cases. Nevus flammeus was established in 2,7% cases.Mean disease duration was 17,02 months.Accompaying dermatosis were vitiligo in 2,7% cases,atopic dermatitis in 6,3% cases. The accompaying systemic diseases were autoimmune thyroiditis in 1,8% cases and Down's Syndrome in 2,7% cases.Thyroid autoantibodies were high in 0,9% cases.We have treated 24,5% of cases with topical corticosteroid lotion, 30,9% of cases with anthralin, 0,9%of cases with 2% minoxidil lotion, 0,9% of cases with calcipotriol lotion, 1,8% of cases with topical calcineurin inhibitors, 10% of cases with intralesional corticosteroids.We have treated 15,4% of cases with systemic corticosteroids and PUVA therapy who were resistant to topical treatment.We have treated 14,5% of cases with different combinations of topical treatments.Remission was observed in 34,5% of cases.The mean remission duration was 12.2 months.Relapse was observed at a average of two times in 26,3% cases.
Conclusion: We think that our results will contribute to epidemiologic datas of childhood AA in our country.

7.Patch test results in patients with allergic contact dermatitis in Yozgat
Emine Çölgeçen Özel, Kemal Özyurt
doi: 10.4274/turkderm.81905  Pages 161 - 165
Amaç: Yama testi hem alerjik kontakt dermatit (AKD) tanısının konulması hem de nedenin ortaya çıkartılarak hastalığın önlenmesi ve hastanın bilgilendirilmesi açılarından değerli bir testtir.
Gereç ve Yöntem: AKD tanısı alan 94’ü (%56) kadın, 74’ü (%44) erkek toplam 168 hastaya 28 maddelik Avrupa standart serisi (ASS) ile yama testi yapıldı. Test sonuçları uygulamadan 48 ve 72 saat sonra Uluslararası Kontakt Dermatit Araştırma Grubu’nun önerisine göre okundu.
Bulgular: Hastaların büyük çoğunluğunun (%64.3) 16-45 yaş grubunda yer aldığı ve kontakt dermatit lezyonlarının en sık ellerde (%57.1) yerleştiği görüldü. Seksen altı olguda (%51.1) bir veya daha fazla maddeye karşı pozitif reaksiyon elde edildi. En sık duyarlandırıcının nikel sülfat olduğu (%20.2), bunu potasyum dikromat (%8.3), kobalt klorit (%7.1), koku karışımı (%7.1), parafenilendiamin baz (%6), paraben karışımı (%3.6), N-isopropil-N-fenil-4-fenilendiamin (%3.6), yün alkolleri (%3.6), formaldehit (%3.6), quaternium15 (%3.6) takip etmekteydi. Nikel sülfat ile pozitif reaksiyon veren olgular çoğunlukla genç yaş grubundaki kadınlardı. Clioquinol ve metildibromoglutaronitril ile hiçbir olguda pozitif reaksiyon görülmezken, neomisin sülfat, epoksi reçine, 4-tert-butilfenolformaldehit reçine, sesquiterpenelakton karışımı, primin, 5-kloro-2-metil-4-izotiazol-3-1, budesonide, lyral gibi maddeler daha nadir (%1.2) alerjen olarak saptandı.
Sonuç: Bölgemizde daha önce benzer bir çalışma yapılmamış olması nedeni ile çalışmamız Yozgat ilinde AKD tanısıyla deri yama testi yapılan hastaların kontakt alerjen profili hakkında bilgi vermektedir. ASS ile en sık saptanan alerjenler ve sıklık oranları, Türkiye’nin çeşitli illerindeki merkezler arasında değişkenlik göstermektedir. Kontakt alerjen profilindeki bölgesel farklılıkların, aynı zaman diliminde yapılacak yeni çalışmalarla değerlendirilmesi sonucunda ülkemize ait bir standart seri oluşturulabilir.
Background and Design: Patch testing is valuable in the diagnosis of allergic contact dermatitis (ACD) as well as in determining the causative agent and thus is helpful in prevention of the disease and also provides information for the patient
Material and Method: Hundred and sixty-eight patients (94 female and 74 male) with ACD were patch tested with European standard series. Patch test result were assessed according to suggestion of International Contact Dermatitis Research Group at 48 and 72 hours after initial application.
Results: Of the patients, 64.3% were between 16-45 years of age and majority of the lesions (57.1%) were localized on the hands. A total of 86 (51.1%) patients had one or more positive patch test reactions. The most common allergens were nickel sulfate (20.2%) followed by potassium dichromate (8.3%), cobalt chloride (7.1%), fragrance mix (7.1%), paraphenylendiamine base (6%), paraben mix 3.6%), N-isopropyl-N-phenyl-p-phenylenediamine (3.6%), wool alcohols (3.6%), formaldehyde (3.6%), quaternium-15 (3.6%). Positive reactions to nickel sulfate were more common among women, especially those in younger group. Frequency of contact allergy to neomycin sulfate, epoxy resin, 4-tert-butylphenolformaldehyde resin, sesquiterpenelactone mix, primin, 5-chloro-2-methyl-4-isothiazolin-3-1, budesonide, lyral were relatively low (1.2%), while no positive reaction was obtained to clioquinol and methyldibromoglutaronitrile in any case.
Conclusion: Since no similar study has been previously performed in our area, this study provides information about contact allergen profile in patients underwent skin patch test with a diagnosis of AKD at Yozgat. The most frequent allergens detected with ASS and frequency rates may vary among different facilities at various cities of Turkey. A standard series for our country may be created after assessment of regional variability by new studies conducted in same time zone.

8.The clinical characteristics and the frequency of metastatic cutaneous tumors among primary skin tumors
Güldehan Atış, Gülşen Tükenmez Demirci, İlknur Kıvanç Atunay, Damlanur Sakız
doi: 10.4274/turkderm.24196  Pages 166 - 169
Amaç: Derinin metastatik tümörlerinin, deri ve deri eki tümörleri arasındaki sıklığını ve klinik özelliklerini tespit etmek.
Gereç ve yöntem: 2006-2012 yılları arasında histopatolojik inceleme sonucunda deri ve deri eki tümörü tanısı alan tüm hastalar hastanemiz arşivlerinden taranarak tespit edildi. Bu deri tümörleri içerisinden deri metastazı tanısı alan hastaların yaş ve cinsiyeti, internal malignite tanısı, deri lezyonunun tipi, lokalizasyonu ve internal malignite ile ilişkili ortaya çıkış süresi kayıt edildi.
Bulgular: Histopatolojik inceleme sonucunda 4126 deri ve deri eki tümörü tanısı konan biyopsi örneği içerisinden 20’sinin (%0,48) derinin metastatik tümörü tanısı aldığı tespit edildi. Bu tanıyı alan olguların 10’u erkek, 10’u kadın ve yaş ortalamaları 51,3 ±18,34’dü. Altı hastada gastrointestinal sistem 4 hastada akciğer kanseri 4 hastada meme kanseri, 3 hastada malign melanom,1 hastada Ewing sarkomu 1 hastada akut miyeloblastik lösemi (AML) ve 1 hastada da prostat kanseri derideki metastazın kaynağı olarak tespit edildi. Metastatik deri lezyonlarının 14 ‘ü nodül, 2’si ekzematize plak, 2’si papül, 1’i papülonodül, 1’i infiltre plak şeklindeydi. Metastatik tümörlerin lokalizasyonları incelendiğinde 7 olguda göğüs ön duvarı 5 olguda abdomen, 2 olguda sırt, 2 olguda uyluk 2 olguda saçlı deri, 1 olguda ön kol ve 1 olguda ise inguinal bölge yerleşim bölgesiydi. Sadece 3 olgunun (% 15) internal malignite tanısı öncesinde deri metastazı tanısı aldığı, 17 olgunun (%75) ise internal malignite tanısından ortalama 18,97±24,76 ay (1,5 -109 ay) sonra deriye metastaz tanısı aldığı tespit edildi.
Sonuç: Derinin metastatik tümörleri nadir rastlanan tümörlerdir. Bu çalışmada deri metastazlarının en sık nodüler lezyonlar şeklinde ve gövde tutulumları ile başvurduğu gözlenmiştir. Bu tümörlerin kaynak aldıkları internal maligniteyi göstermeleri açısından dermatologlar tarafından tanınmaları önem taşımaktadır.
Background and Design: Our aim was to find out the ratio of cutaneous metastatic tumors among all cutaneous and skin appendage tumors and to establish their clinical characteria
Material-methods: We scanned the histopathological diagnoses of all the skin tumors records from the archives between 2006 to 2012 and recorded the age, gender, the diagnosis of internal malignancy, the type of cutenous lesion, the location and the period between the appearance of the primary malignancies and cutaneous metastases.
Results: We found that 20 (0,48%) out of 4126 skin tumors were diagnosed as cutaneous metastatic tumors. Ten of the patients were men and ten of them were women ( median age of 51,3±18,34). When considered primary internal malignancies of these patients 6 patients with gastroenterologic malignancy, 4 patients with lung cancer, 4 patients with breast cancer, 3 patients with malignant melanoma, 1 patient with Ewing sarcoma, 1 with acute myeloblastic leukemia and 1 with prostatic cancer were diagnosed. The clinical appearance of the tumors were as follows; 14 nodule, 2 eczematized plaque, 2 papule, 1 papulonodule, 1 infitrated plaque. The localizations of the cutaneous metastatic tumors were as follows; 7 lesions on the anterior trunk, 5 lesions on the abdominal wall, 2 lesions on the back, 2 lesions on the thigh, 2 lesions on the scalp, 1 on the anterior arm, 1 on the inguinal site. We found that 3 patients (15 % ) attended with cutaneous metastatic tumors before the diagnosis of internal malignancies while 17 patients (85 %) attended 18,97±24,76 months (1,5 -109 months) after the diagnosis of internal malignancies.
Conclusion: Cutaneous metastatic tumors are rarely seen skin lesions. We found that cutaneous metastatic tumors are mostly nodular and with trunk localization. It is important to recogniza these tumors, because they address primary internal tumor

9.Herpes zoster in cancer patients after radiotherapy
Yasemin Benderli Cihan, Abdullah Turasan
doi: 10.4274/turkderm.94840  Pages 170 - 175
Amaç: Herpes zoster (HZ) suçiçeği virüsünün reaktivasyonu ile oluşur. Genellikle erişkin çağda görülür. Hücresel bağışıklığın azalması ile görülme sıklığı artar. Bu çalışmanın amacı, radyoterapi sonrası görülen HZ olgularının etyolojisi, patogenezi, klinik bulguları ve tedavi yaklaşımlarını değerlendirmektir.

Gereç ve Yöntem: Haziran 2005 ve Eylül 2012 tarihleri arasında radyoterapi sonrası HZ tanısı konulan hastaların verileri retrospektif olarak incelendi.

Bulgular: HZ tanılı 6784 hastanın sadece 30’unda radyoterapi sonrası 2–46 ay (ortalama 25) tanı konuldu. Olguların 15’i erkek hasta ve yaş ortalaması 58 idi. On iki hasta meme, 7’si akciğer, 5’i prostat kanseriydi. Olguların 26’sınde stres, 4’ünde travma öyküsü vardı. En sık görülen semptomlar ağrı ve yanma idi. Tüm hastalarda lokalize (%60 torakal) tutulum var iken sistemik tutulum hiçbir hastada görülmedi. Üç hastada radyoterapi alanında döküntü gelişti. Semptom süresi 1–7 gün arasındaydı. Hastaların hepsine oral asiklovir verildi. Dokuz hastada postherpetik nevralji gelişti.
Sonuç: HZ, radyoterapi sonrası bağışıklık sistemi zayıflamış olan kanser hastalarında daha çok görülebilen bir hastalıktır. Bu hastalarda tedaviye erken başlanılması veya HZ virüs aşılarının kullanılması ile morbidite ve mortaliteyi azaltmak mümkündür.
Aim: HZ is at risk for reactivation of dormant virus. It occurs with increasing frequency in the elderly and encountered especially in immunosuppressed patients. The aim of this retrospective study is to analyze the epidemiologic, pathogenesis, clinical and therapeutic profiles of HZ after radiotherapy.
Materials and methods: We retrospectively analyzed the data of patients, who had a diagnosis of HZ after radiotherapy between June 2005 and September 2012.
Results: A herpes zoster after completion of radiotherapy occurred in 30/6784 patients mostly within the first 2–46 months (mean 25). Fifteen patients were men and the mean age of the patients was 59 years. Twelve patients had breast cancer, seven patients had lung cancer and, five patients had prostate cancer. Twenty-six patients were distressed and 4 patients had physical trauma. The most frequent complaints were pain and burning (54.2%). All infections remained localized (%60 thoracic) and there was no evidence for systemic infections. Three patients had an eruption involvement radiotherapy area. Duration of symptoms ranged from 1-7 days. All patients were treated with acyclovir orally. Post herpetic neuralgia developed at nine patients.
Conclusion: HZ after radiotherapy is a disease that can be seen more in people with weakened immune systems. The use of vaccines in the treatment of patients with early starting or HZ virus is possible to reduce morbidity and mortality. HZ is more common in immunocompromised cancer patients especially after radiotherapy. It is possible to reduce risk morbidity and mortality with early treatment or varicella vaccines.

CASE REPORT
10.Coexistence of disseminated granuloma annulare and asymptomatic multiple myeloma
Şebnem Aktan, Sevgi Akarsu, Ceylan Canbaz Avcı, Banu Lebe, Abdullah Katgı, Güner Hayri Özsan
doi: 10.4274/turkderm.86094  Pages 176 - 179
Granüloma anulare (GA) nekrobiyotik dermal papüller ile karakterize, nedeni bilinmeyen, benign, inflamatuar bir dermatozdur. Literatürde lokalize, dissemine, lineer, nodüler, perforan, subkutanöz, püstüler ve arkuat dermal eritem gibi değişik morfolojik formları bildirilmiştir. Nadir görülen dissemine GA formunun bazı hematopoetik veya solid malignitelerle birlikteliği bildirilse de, malignite ile GA arasındaki kesin nedensel ilişkinin belirsiz olduğu ileri sürülmüştür. Burada asemptomatik multipl myelomun eşlik ettiği dissemine GA’li 66 yaşında bir kadın olgu sunulmaktadır.
Granuloma annulare (GA) is a benign inflammatory dermatosis of unknown cause, characterized by necrobiotic dermal papules. Several morphologic forms of GA including localized, disseminated, linear, nodular, perforating, subcutaneous, pustular and arcuate dermal erythema have been reported in the literature. Disseminated GA, a rarely seen form, has been reported in association with some hematopoietic and solid malignancies; however, it has been suggested that the exact causative relationship between malignancy and GA is unclear. We present here a 66-year-old female patient with disseminated GA associated with asymptomatic multipl myeloma.

11.Occupational allergic contact dermatitis due to cocamidopropyl betaine and coconut diethanolamide
Mahmut Doğru, Handan Duman, Tayfur Giniş, Serap Özmen, İlknur Bostancı
doi: 10.4274/turkderm.91069  Pages 180 - 182
Cocamidopropyl betaine (CAPB) ve coconut dietanolamid; hindistan cevizi yağından elde edilen, sürfaktan özelliğinde olup şampuan, sıvı sabun ve cilt temizleyicilerinde yaygın olarak kullanılan kimyasal maddelerdir. Bu maddelerden özellikle CAPB’e karşı allerjik kontakt dermatit (AKD) gelişebilmektedir. İki maddeye karşı gelişen AKD olgusu literatürde az sayıda bulunmaktadır. Burada ellerde kızarıklık, soyulma, çatlama şikayetleri ile başvuran ve cocamidopropil betaine ve coconut dietanolamid bağlı allerjik kontakt dermatit tanısı konulan olgu sunulmuştur.
Cocamidopropyl betaine (CAPB) and coconut diethanolamide (CDEA), which are manufactured from coconut oil, are widely used as chemical substances with surfactant property in shampoo, liquid soap and skin cleaners. Allergic contact dermatitis (ACD) may occur against these substances, especially cocamidopropyl betaine. ACD developing against these two substances is rarely seen in the literature. Here we reported a case of ACD caused by CABP and CDEA which admitted with complaints of redness,peeling and cracking of hands.

12.Vitiligo related to autoimmüne polyglandular syndrome: Type 3B-3C
Yeşim Doğan Sabuncuoğlu, Şirin Yaşar, Bülent Yaşar, Zehra Aşiran Serdar
doi: 10.4274/turkderm.90692  Pages 183 - 186
Vitiligo fonksiyonel melanositlerin kaybına bağlı depigmente maküllerden oluşan kazanılmış hipomelanotik bir hastalıktır. Patogenezi tam anlaşılamamış olmakla birlikte bulgular, otoimmün, genetik ve nörohumoral faktörlerin kombinasyonu sonucu oluştuğunu düşündürtmektedir. Otoimmün poliglandüler sendrom(OPS) multipl endokrin organ yetmezliği ile giden nadir bir hastalık olup 4 alt tipi bulunmaktadır.
Burada otoimmün tiroidit, vitiligo ve otoimmün gastritin bir arada olduğu OPS-3B+C olarak değerlendirilen 32 yaşındaki bir erkek olgu bildirilmiştir.
Vitiligo is an acquired hypomelanotic disorder characterized by depigmented macules resulting from the loss of functional melanocytes. The precise pathogenesis is not yet fully understood but there is evidence suggesting it is caused by a combination of autoimmune, genetic (APS), and neurohumoral factors. APS has a rare incidence; its four subtypes are accompanied by multiple endocrine deficiencies.
We report a case of APS-3B-3C in 32-year-old man with generalized autoimmune thyroiditis vitiligo and autoimmune gastritis.

13.Terra firma-forme dermatosis
Aycan Özden Sezgin, Bengü Gerçeker Türk, Banu Yaman, Tuğrul Dereli
doi: 10.4274/turkderm.38802  Pages 187 - 189
Terra firma-form dermatozu (TFFD) kir benzeri kahverengi hiperpigmente papillamatöz plaklarla karakterize etyolojisi tam olarak bilinmeyen, asemptomatik bir keratinizasyon bozukluğudur. Lezyonların gelişimi hijyen bozukluğu ile ilişkisizdir. Hastalığın en önemli özelliği lezyonların su-sabunla giderilemezken sadece %70 izopropil veya etil alkolle silinebilmesidir. Burada daha önce epidermal nevüs tanısı alan terra firma-form dermatozlu bir çocuk olgu sunulmaktadır.
Terra firma-forme dermatosis (TFFD) is an asymptomatic keratinization disorder of an unknown etiology which is characterized by dirt like brown hyperpigmented papillomatous plaques. Development of lesions is not associated with a hygiene disorder. The most important feature of the disease is that the lesions can not be removed by washing with soap and water, while they can only be removed by rubbing with 70% isopropyl alcohol or ethyl alcohol. Here, we present a child with terra firma-forme dermatosis who has been previously diagnosed as epidermal nevus.

WHAT IS YOUR DIAGNOSIS?
14.
Ayak Parmak Aralarındaki Beyaz Maserasyon ve Fissür: Tanınız Nedir?
Şirin Yaşar, Nurhan Döner, Işık Gönenç, Zehra Aşiran Serdar, Pembegül Güneş
Pages 190 - 191
Elliüç yaşında erkek hasta 10 yıldır ayak parmak aralarında sulantılı, pullanan, ıslak, kaşıntılı yaralar nedeniyle polikliniğe başvurdu. Çeşitli topikal ve sistemik antimikotik ilaçlar kullanmış, ancak tedaviden yanıt alamamıştı. Özgeçmiş ve soygeçmişinde özellik yoktu.
Fizik muayenesinde her iki ayakta parmaklar arasında başlayıp parmakların altına doğru uzanan masere, beyaz plaklar ve arada derin fissürler saptandı, ayak tırnaklarında beyaz diskolorasyon ve subungual hiperkeratoz bulunmaktaydı (Resim1). Direkt mikolojik incelemede ve mantar kültüründe özellik saptanmadı. Wood ışığı muayenesi normaldi ve alınan bakteri kültüründe üreme olmadı. Parmak arasındaki masere alandan panç biyopsi alındı (Resim 2).
Tanınız nedir?

LookUs & Online Makale