E-ISSN 2651-5164 / Print-ISSN 2717-6398
TURKDERM - Turkish Archives of Dermatology and Venereology - Turkderm-Turk Arch Dermatol Venereol: 35 (2)
Volume: 35  Issue: 2 - 2001
BAŞYAZI
1.
Hava ile taşınan ajanların oluşturduğu dermatozlar
Oktay Taşkapan, Yavuz Harmanyeri
Page 91
Abstract

DERLEME
2.
Basiller anjiomatozis
Mehmet Karakaş, Mete Baba, Hamdi R. Memişoğlu
Pages 100 - 102
Basiller anjiomatozis (BA), genellikle "human immunodeficiency virus" (HIV) pozitif hastalarda görülen, anjiomatöz deri lezyonlarıyla karakterize, sistemik tutulumun da eşlik edebildiği bakteriyel bir enfeksiyon hastalığıdır. Hastalık ilk kez 1983 yılında Stoler ve arkadaşları tarafından, AIDS' li bir hastada vasküler tümör olarak tanımlanmıştır. Hastalığın etkenleri Bartonella henselae ve Batonella quintana'dır. BA' in deri lezyonları klinik olarak piyojenik granüloma ve Kaposi sarkomu benzeri anjiomatöz papül ve nodüllerdir. Hastalığın tanısı, basillerin histopatolojik kesitlerde Warthin-Starry veya benzeri gümüş boyalarıyla gösterilmesiyle konur. En çok tercih edilen tedavi yöntemi eritromisinin 4x500 mg dozunda, 2-8 hafta süreyle kullanılmasıdır.

ARAŞTIRMA
3.
Deri tüberkülozu: 64 olgunun retrospektif değerlendirmesi
Can Baykal
Pages 103 - 108
Deri tüberkülozu, gelişmiş ülkelerde önemli ölçüde azalmış olmakla birlikte, özellikle Asya ve Afrika ülkelerinde günümüze değin görülmeyi sürdürmüştür. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Türkiye' nin çeşitli bölgelerinden deri tüberkülozu olgu serileri bildirilmiştir. Skrofuloderma, lupus vulgaris ve tüberkülozis verrükoza kutis en sık görülen deri tüberkülozu tipleri olarak dikkate çekmekte ve hastalık coğrafi bölgelere göre farklı klinik özellikler gösterebilmektedir. Çalışmamızda, 1998-2000 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi Dermatoloji anabilim Dalı' nda deri tüberkülozu tanısı konulan 64 olgu retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalığın epidermiyolojik ve bazı klinik özellikleri incelendi. Çalışma süresinin sonuna doğru deri tüberkülozunda bir azalma eğilimi olduğu dikkat çekti. Lupus vulgaris diğer tiplere göre oldukça sık (%79,8) görülürken, sklofuloderma ikinci sırada (%15,6) yer aldı, tüberkülozis verrükoza kutis ise oldukça seyrek bulundu (%4,6). Çalışma grubunda lupus vulgaris en sık yanakta, sklofuloderma ise en sık boyunda yerleşmişti.

4.
Uyuzda serum immunglobulin, kompleman (c3c, c4) düzeyleri, direkt immunfloresan bulguları ve ev tozu akar hassasiyetinin değerlendirilmesi
Kenan Aydoğan, Şükran Tunalı, Emel Bülbül Başkan, Necdet Tokgöz
Pages 109 - 116
Bu çalışma uyuz patogenezinde humoral immunite reaksiyonlarına açıklık getirebilmek amacı ile yapıldı. Klinik ve parazitolojik olarak uyuz tanısı konan, yaşları 5-62 arasında, 9' u kadın 21' i erkek toplam 30 hasta ele alındı. bu hastalarda 5 nodül, 8 sillon ve 17 papuloveziküler lezyondan biyopsi yapılarak Direkt immunfloresan (DİF) metodu ile immun birikimler incelendi. Serum immunglobulinler, kompleman komponentleri (C3c, C4) total IgE ile ev tozu akarlarına (ETA) duyarlılık durumu (spesifik IgE ) araştırılarak elde edilen sonuçlar 24 sağlıklı kontrol ile karşılaştırıldı. DİF' de 26 hastada (%86.6) subkorneal alan (SC), dermoepidermal bileşke (DEB) ve perivasküler alanlardan (PV) en az birinde immun birikim saptanmıştır. Uyuzlu olgularda IgA ve C3c düzeylerinde azalma, IgG, IgM ve IgE düzeylerinde artma olduğu, C4 düzeyinde ise değişik olmadığı gözlenirken her iki grup IgA, IgE ve C3c ortalama serum düzeyleri istatistiksel olarak kıyaslandığında, sırasıyla, p=0,0001, p=0,0003 ve p=0,01 bulundu. Araştırma grubunda kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı pozitif ETA spesifik IgE test sonucu saptandı (p<0,05). Uyuzlu olgularda ETA duyarlılığı olanlarında serum total IgE düzeylerinde klinik tip ayırt etmeksizin anlamlı yükseklik saptandı (p<0,05). Bu sonuçlar bize sarkopta karşı kompleman aktivasyonu ile IgA, IgG, IgM ve özellikleriyle IgE sınıfı antikor yanıtını göstermektedir. Ayrıca ETA duyarlılığı gösteren uyuzlu olgularda çapraz reaksiyon nedeni ile özellikle IgE aracılı reaksiyonların indüklenebileceği sonucuna vardık.

5.
Akne vulgarisli erkek hastalarda endokrin parametreler
Göksun Can Karaman, Didem Kozacı, Ekin Bozkurt Şavk, Aslıhan Karul, Neslihan Şendur, Melahat Erkek
Pages 117 - 120
Serum androjen düzeylerinin akne vulgaris (AV) patofizyolojisi ile ilişkisi konusunda kadın hastalarda yapılan çok sayıda çalışmaya rağmen, hastalığın daha şiddetli seyrettiği erkek hastalarda bu konuda az sayıda çalışma vardır ve çelişkili sonuçlar bildirilmektedir. Çalışmamızın amacı AV' li erkek hastalarda serum hormon düzeylerini ve bu verilerin hastalık şiddeti ile olası ilişkisini araştırmaktır. Klinik olarak AV tanısı alan 14-40 yaşları arasında (ortalama 19.70±5.64) 69 erkek olgu çalışma kapsamına alındı. akne şiddeti; 1. derece = hafif, 2. derece =orta ve 3. derece=şiddetli olmak üzere 3 derecede değerlendirildi. Aynı yaş grubu içinde 30 sağlıklı erkek birey kontrol grubunu oluşturdu. Her iki grupta BİO-DPC IMMULITE ve IMMULITE/2000 otoanalizör sistemleri kullanılarak, solid-faz, kemilüminesant immünometrik ölçümler ile LH, FSH, testesteron, DHEA-S, progesteron, prolaktin, östadiol, kortizol, ACTH ve tiroid paneli hormonları (TSH, T4,T3,sT4, sT3) düzeyleri serum örneklerinde çalışıldı. Akne vulgarisli grubun serum FSH, TT, progesteron, kortizol, ACTH ve tiroid paneli hormonlarından TSH, T3 ve sT3' ün serum düzeylerinin hiçbirinde gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). Akne şiddeti farklı olan 3 grup kendi aralarında ve kontrol grubu ile karşılaştırıldığında, tüm hormon parametreleri için gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). Çalışmamızın sonuçları AV' li erkek olgularda serum hormon düzeyleri ile AV ve hastalık şiddeti arasında ilişki olmadığı görüşünü desteklemektedir.

6.
Deri ülserli hastalarda bakteriyel flora ve antibiyotik duyarlılıklarının değerlendirilmesi
Ahmet Karaman, Kübra Eren Bozdağ, Füsun Özder Güven, Nermin Filizci
Pages 121 - 124
1994-2000 yılları arasında deri ülseri yakınmasıyla Dermatoloji Kliniğinde yatarak sağaltım gören 80 hastadan alınan bakteriyel kültür ve antibiyogram sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. En sık saptanan mikroorganizmalar ve antibiyotik duyarlılıkları değerlendirilerek, erken dönemde kullanılabilecek antibiyotik seçenekleri araştırıldı. alınan 120 bakteriyel kültürden 40' ında (%33,33) patojen üreme olmadı. Üreme olan 80 kültürden %41.25' inde S.aureus, %13.75' inde P.aeruginosa, %12.50' sinde P.mirabilis, %8' inde E. Coli, %8' inde K.pneumonie, %3' ünde streptokoklar, %3' ünde S.epidermis ve %5' inde diğer bakteriler saptandı. Antibyogram sonuçlarına göre S.aureus' un penisiline dirençli, aminoglikozidler ve 3. kuşak sefalosporinlere orta derecede duyarlı olduğu, bu bakterinin etken olduğu infeksiyonlarda ilk seçeneklerin beta laktamaz inhibitörleri, polipeptidler, 1. ve 2. kuşak sefalosporinler, makrolitler ve karbapenemler arasından seçilmesinin uygun olacağı sonucuna varıldı. Pseudomonas infeksiyonlarında ilk seçeneklerin kinolonlar, karbapenemler, penisilinler ve beta laktamaz inhibitörleri olduğu, proteus infeksiyonlarında ise karbapenemler, 3. kuşak sefalosporinler, kinolonlar, amfenikoller ve beta laktamaz inhibitörlerinin etkin olduğu saptandı.

7.
Terbinafin ve itrakonazolün onikomikoz tedavisinde uzun süreli izlem sonuçları
Zeynep Demirçay, Oya Gürbüz, Raheleh Khaliazar
Pages 125 - 129
Ayak tırnağı mantarı tedavisinde terbinafin ve itrakonazolün uzun süreli izlem sonrasındaki başarıları araştırıldı. çalışmaya direkt mikroskopik incelemesi ve kültür sonucu pozitif olan toplam 72 hasta alındı. bir hasta yan etki nedeniyle, 28 hasta kontrol muayenelerine gelmediği için çalışma dışı bırakıldı. Doksanaltı hafta boyunca izlenen 43 hastada, terbinafin (23 hasta), ve itrakonazol (20 hasta) tedavilerinin 48.,96. hafta sonuçalrı karşılaştırıldı. Tedavinin 48. haftasında terbinafin hastaların %95.6' sında, itrakonazol %65' inde başarılı bulundu (p<0.05). doksanaltıncı haftada ise terbinafinin başarı oranı %86.9, itrakonazol ile %55 olarak saptandı (p<0.05). Uzun süreli izlem sonucunda da terbinafinin itrakonazole göre üstün olan etkinliğinin devam ettiği görüldü. Ancak her iki grupta da 2. yılda nüks ve/veya reinfeksiyon sayısında artış gözlendi.

OLGU BİLDİRİSİ
8.
Üremi kaşıntısı olan hastalarda ondansetron ve siproheptadinin etkinliğinin karşılaştırılması
Sibel Özaykan, Tülin Mansur, Sevil Gündüz, Osman Güney
Pages 130 - 134
Üremi kaşıntısı, böbrek hastalıklarının son dönemlerinde sık görülen ve yaşam kalitesini bozan semptomlardan biridir. Patogenezi hala yeterince aydınlatılmamış olduğundan tedavisi de güçtür ve çeşitli ilaçlar veya fiziksel yöntemleri üzerinde çalışmalar sürmektedir. Serotoninin duyusal sinir uçlarındaki reseptörler aracılığıyla kaşıntı duyusunu uyardığı bilinmekte ve üremi kalıntısında rol oynayabileceği düşünülmektedir. Bu açık, rastgele ve karşılaştırmalı çalışmada hemodializ uygulanan ve üremi kaşıntısı olan 20 hastada 5-hidroksitriptamin tip 3 (5-HT3) reseptör antagonisti olan ondansetron ile histamin 1(H1) reseptör blokeri olması yanısıra antiserotinerjik etki gösteren siproheptadinin etkinliği araştırılmıştır. On olguya 8 mg/gün ondansetron ile histamin 1(H1) reseptör blokeri olması yanısıra antiserotinerjik etki gösteren siproheptadin 30 gün süreyle verilmiştir. İki grup arasında tedavinin 1. haftası 8u=41,0P>0,05) ve 2. haftası 8u=25.5, P>0.05) sonunda kaşıntı skorları anlamlı bir farklılık göstermemiş, 3. haftada (u=23,5) düşüşe yol açtığı saptanmıştır. Ayrıca ondansetron alan grupta tedavi sonrası kaşıntı skorları tedavi öncesine göre anlamlı ölçüde düşük bulunmuştur (z=2,80, P<0,01). Her iki grupta da, tedaviye bağlı yan etkilere veya diğer komplikasyonlara rastlanmamıştır. Bu sonuçlar ondansetronun üremi kaşıntısında etkili bir seçenek olabileceğini düşündürmektedir.

9.
Lateks-meyva sendromu
Esen Özkaya Bayazıt
Pages 135 - 140
Lateks alerjisi, yalnızca risk grupları için değil, genel populasyon için de önemi giderek artan, oluşumunda IgE' nin rol oynadığı, kontakt ürtikerden anafilaksiye kadar uzanan geniş bir spektrumda erken tipte immunolojik reaksiyonlarla karakterize bir durumdur. Alerjen nitelikteki lateks proteinlerinin henüz pek azı tanımlanabilmiştir. Bunların bir kısmı bitki proteinleri ile benzer yapıdadır. Son yıllarda lateks alerjisi olanların önemli bir kısmında muz, avokado, kivi, kestane, incir gibi meyvalara karşı da duyarlanma saptanmasıyla lateks-meyva sendromu diye bir tablo tanımlanmıştır. Genellikle ilk saptanan lateks alerjisi olmakta, bu kişilerde testlerle saptanan meyva duyarlanmalarının bir kısmı asemptomatik olabilmektedir. Bu yazıda, ön planda gıda alerjisi şikayeti ile başvuran, lateksle ilgili herhangi bir yakınma tarif etmeyen bir olgu sunulmaktadır. Muz, kivi, kestane, incir gibi meyvaları yedikten veya elle temastan hemen sonra oluşsn ürtiker, anjioödem ve rinokonjuktivit tarzı yakınmaları olan olguda ayrıntılı tetkikler sonucunda o güne kadar farkedilmemiş ileri derecede bir lateks alerjisinin retrograd olarak ortaya çıkarılması ilginç bulunmuştur. Bu nedenle, gıda alerjisi şüphesi olan herkes lateks alerjenleri ve bunlarla çapraz reaksiyon veren gıdalar da gözden geçirilmektedir.

10.
Prurigo pigmentosa
Emine Derviş, Berna Hiçdönmez, Gül Barut, Aynur Karaoğlu, Lütfiye Ersoy
Pages 141 - 144
Prurigo pigmentosa etyolojisi bilinmeyen, beyaz ırkta nadiren karşımıza çıkan, genellikle genç kadınlarda görülen bir dermatozdur. Aniden ortaya çıkan kaşıntılı eritemli papüller ve postinflamatuar retiküler pigmentasyonla karakterizedir. Klinik ve histopatolojik özellikleri ile prurigo pigmentosa tanısı konan 28 yaşındaki bir kadın olgu sunulmuş ve ilgili literatür gözden geçirilmiştir.

11.
Eritromelanosis follikularis fasiyei E kolli
Ahmet Metin, Şule Subaşı, F. Hüsniye Dilek
Pages 145 - 147
Eritromelanosis Follikularis Fasiyei E Kolli (EFFK) sebebi bilinmeyen karakteristik olarak daha çok adolesan erkeklerde ortaya çıkan ve az rastlanan bir hastalıktır. Hastaların boyun ve yüzünde ortaya çıkan folliküler papüller, sınırları belirgin eritem ve hiperpigmentasyondan oluşan klinik bulgu üçlüsü mevcuttur. Burada polikliniğimize başvuran ve EFFK' nin tüm özelliklerini taşıyan 17 yaşındaki bir erkek olgu ele alındı. %0,05 ve %0,1 oranında uygulanan topikal retinoik asitle bulgularda hafif gerileme gözlendi ancak, tahriş nedeniyle tedavinin kesilmesiyle birlikte lezyonlar tekrar tedavi öncesi görünümünü kazandı.

12.
Asetaminofen ile uyarılan lineer IgA dermatozu
Nalan Gürler, Cüneyt Soyal, Salih Çetiner, Sülen Sarıoğlu, Oktay Avcı
Pages 148 - 151
Lineer IgA dermatozu , subepidermal bullalar ve bazal membran boyunca lineer IgA birikimi ile kendini gösteren, nadir görülen bir otoimmun bullöz dermatozdur. Genellikle idiyopatik olmakla birlikte ilaçla uyarılan olgular da bildirilmektedir. Bu makalede asetaminofen kullanımı sonrasında gelişen, doksisiklin ve dapson sağaltımına iyi yanıt veren, dapson sağaltımı sırasında yapılan asetaminofen provakasyonu ile klinik tablosu şiddetlenen bir olgu sunulmaktadır.

SÜREKLİ EĞİTİM
13.
Son gelişmeler ışığı altında dermatolojide lazer
Gönül Ergenekon, Bekir Aybey
Pages 152 - 164
Lazer teknolojisindeki hızlı gelişmeler, tıbbın hemen hemen tüm dallarında bu tekniğin kullanım alanı bulmasını sağlamış ve sağlamaya da devam etmektedir. Öyle ki lazerle direkt ilgili bilim adamlarının bile gelişmeleri takibi oldukça güç bir hale gelmiştir. Lazer tekniği, bu gelişmeler çerçevesinde kutanöz cerrahideki yerini de almıştır ve aha önce tedavisi mümkün olmayan ya da tatminkar olmayacak derecede tedavi edilen bir kısım dermatolojik hastalıkta etkili tedavi olanakları sunabilmektedir. Yeni lazer sistemleri ve kutanöz cerrahideki endikasyon alanlarının gün geçtikçe genişlemesi, lazerlerin dermatologların günlük pratik uygulamalarının kabul edilebilir bir parçası haline gelmesini sağlamıştır. Bu nedenle optimal bir tedavinin planlanması ve yürütülmesi için lazer fiziğinin ve biyolojik dokular ile ilişkilerinin çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Bu yazı, lazer ışığının oluşumu, canlı dokularla olan ilişkisi ve değişik dermatolojik durumlarda kullanılmasındaki temel prensiplere değinmektedir.

LookUs & Online Makale