E-ISSN 2651-5164 / Print-ISSN 2717-6398
TURKDERM - Turkish Archives of Dermatology and Venereology - Turkderm-Turk Arch Dermatol Venereol: 46 (4)
Volume: 46  Issue: 4 - 2012
EDITORIAL
1.Implications on the recently established medical schools
Emine Derviş
Page 174
Abstract |Full Text PDF

REVIEW ARTICLE
2.Topical treatment (part two): Vehicles, nature and functions
Ertuğrul H. Aydemir
doi: 10.4274/Turkderm.42275  Pages 175 - 180
Yerel ilaçların taşıyıcı kısımları (baz, vehikül) taşıma görevinin yanı sıra fiziksel etkileyici özellikleriyle de tedaviye destek olurlar. Üç ana eleman olan su (hidrofilik bazlar), yağ ve pudranın değişik kombinasyonlarda karışımları çeşitli taşıyıcı şekilleri oluşturur. Tek bir baz kullanılırsa “monofazik”, iki bazsa “bifazik” veya ikiden fazla baz varsa multifazik olarak sınıflanır. Kullanım şekilleri açısından ise sıvı, yarıkatı ve katılar olarak ayırmak çok pratiktir. Sıvılar grubunda solüsyonlar (monofazik-hidrofilik), kolloidler (klasik olarak monofazik), süspansiyonlar (bifazik), sıvı yağlar (monofazik), linimentler (bifazik), sıvı emülsiyonlar (bifazik-Y/S veya S/Y) bulunur. Yarı katılar en çok kullanılan gruptur ve krem, pomat, pat, köpük ve seralar vardır. Saf katı yağ olan bazı pomatlar dışında hepsi bifazik veya polifaziktir. Katılar grubunda yalnız pudralar vardır, bunlar da çok kötü taşıyıcıdır ve yalnız basit profilakside kullanılır.
Vehicles of topical medicines support the treatment with their physical effects, in addition to their carrying function. Different types of vehicles are composed of various mixtures of three main elements: water (hydrophilic bases), oil and powder. If a vehicle includes only one element, it is called monophasic, if two, biphasic, and if more than two, then it is termed polyphasic. According to the type of utilization, they may be classified as “liquids, semisolids and solids”. Liquids are solutions (monophasic-hydrophilic), colloids (in classic type monophasic), suspensions (biphasic), liquid oils (monophasic), liniments (biphasic) and liquid emulsions (W/O-O/W). Semisolids including creams, ointments (pomades), pastes, foams and seras is the most commonly used group. All semisolids are biphasic or polyphasic except for some ointments which are pure semisolid oil (such as petrolatum). The group of solids includes only powders which are very bad vehicle and used only for prophylaxis.

ORIGINAL INVESTIGATION
3.Skin findings of dialysis patients with chronic renal failure in Afyonkarahisar and surrounding area
Semih Güder, Şemsettin Karaca, Mustafa Kulaç, Şeref Yüksel, Hüsna Güder
doi: 10.4274/Turkderm.62134  Pages 181 - 185
Amaç: Hemodiyalize giren kronik böbrek yetmezlikli (KBY) hastalardaki deri değişikliklerinin sıklığını değerlendirmek. Gereç ve Yöntem: On sekiz yaş üzerindeki randomize olarak seçilen 100 KBY'li hasta çalışmaya alındı. Hastalar KBY'ye neden olan primer hastalıklar açısından 7 gruba, diyalize girme süreleri açısından da 3 yıl ve daha kısa ve 3 yıldan uzun olarak 2 gruba ayrıldı. Yaş, cinsiyet, hemodiyaliz süresi ve saptanan deri hastalıkları arasındaki ilişki t-testi ve ki-kare testi ile değerlendirildi. Bulgular ortalama değer±standart sapma şeklinde verildi ve p<0,05 ise anlamlı kabul edildi. Bulgular: Hastaların hepsinde en az bir tane olmak üzere birçok deri bulgusu saptandı. En sık karşılaşılan deri değişiklikleri kserozis (%98), tırnak değişiklikleri (%93), melanositik nevus (%78), seboreik keratoz (%54), pigmentasyon değişiklikleri (%51), üremik pruritus (%49), tinea pedis (%34), aktinik keratoz (%23), akrokordon (%16), onikomikoz (%17), lentigo (%16) ve cherry anjiomdu (%11). Tırnak bulgularından en sık dikey sırtlanma, yarım ve yarım tırnak, lunula yokluğu ve splinter hemoraji izlendi. Sonuç: Çeşitli deri değişiklikleri kronik böbrek yetmezliğine sıklıkla eşlik etmektedir. Ayrıntılı bir dermatolojik muayene kronik böbrek yetmezlikli hastaların tanısında önemli bir rol oynayabilir.
Background and Design: To evaluate the prevalence of skin changes in patient with chronic renal failure undergoing hemodialysis. Material and Methods: Over 18 year of age, 100 randomly selected patients were enrolled in the study. The patients were divided into 7 groups in terms of primary disease causing chronic renal failure, and were divided into two groups according to duration of hemodialysis (≤3 years and >3 years). The association of diagnosed skin disorders with age, gender and duration of hemodialysis, were assessed using the t-test and chi-square test. Results are presented as mean±standard deviation and a p value less than 0.05 was considered statistically significant. Results: Many skin diseases, at least one, were found in all patients. The most common skin changes were xerosis (98%), nail changes (93%), melanocytic nevus (78%), seborrheic keratosis (54%), pigmentation changes (51%), uremic pruritus (49%), tinea pedis (34%), actinic keratosis (23%), skin tags (16%), onychomycosis (17%), lentigo (16%), and cherry angioma (11%). The most frequently observed nail changes were longitudinal ridging, half and half nails, absence of lunula and splinter hemorrhages. Conclusion: Various skin changes are often accompanied by chronic renal failure. A detailed dermatological examination may play an important role in the diagnosis of chronic renal failure.

4.Retrospective evaluation of patients with herpes zoster followed up in our department between 1999-2010
Oğuz Küçükçakır, Cihangir Aliağaoğlu, Hakan Turan, Mehmet Emin Yanık, Zehra Gürlevik, Ersoy Acer, Hülya Albayrak, İbak Gönen
doi: 10.4274/turkderm.93265  Pages 186 - 190
Amaç: Herpes zoster sinir sisteminin yaygın görülen viral bir hastalığıdır. Yıllık insidansı 1,5-3/1000 olmakla birlikte, 75 yaş üzerinde bu oran artmaktadır. Mevsimsel faktörlerin hastalığın insidansını etkileyebileceği düşünülmektedir. Bu çalışmanın amacı herpes zoster tanısı almış olan hastaların klinik, demografik özelliklerinin incelenerek, Türkiye ve dünyadaki diğer epidemiyolojik çalışmalarla benzerlik ve farklılıklarının ortaya konmasıdır.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmamızda Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalında Ocak 1999-Aralık 2010 tarihleri arasında herpes zoster tanısı konulan 312 hastanın dosyaları retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Kliniğimize başvuran tüm hastaların %0,56’sının herpes zoster hastası olduğu gözlenmiştir. Hastaların yaşı 6 ay ile 87 yaş arasında değişmekteydi (ortalama 49,6; ortanca değer 53). Kadın ve erkek olgu sayısı hemen hemen eşitti. Ocak ve Ağustos aylarında başvuru sayısı daha fazla idi. En sık torakal tutulum vardı. Herhangi bir gizli malinite öncüsü değildi. Sistemik olarak en sık kalp damar hastalıkları ile birlikteliği tespit edildi. Olguların %7,4’ünün çocuk hasta olduğu izlendi. Hastaların %21,4’ünde komplikasyon saptandı. En sık görülen komplikasyon postherpetik nevralji idi.
Sonuç: Herpes zoster epidemiyolojisiyle ilgili ülkemizde az sayıda çalışma olduğu görülmektedir. Çalışma sonuçlarımızı mevcut literatür verileriyle kıyasladığımız zaman az veya çok benzer bulguların olduğunu gözlemledik. Diğer çalışmalardan farklı olarak en sık eşlik eden sistemik hastalık kardiyovasküler hastalıklardı. Bu durum bu tür kronik stres yapıcı faktörlerin humoral ve hücresel immüniteyi zayıflatmasına bağlanmıştır. Ülkemizin farklı bölgelerinden benzer çalışmaların hastalığın klinik ve epidemiyolojik özelliklerinin daha net şekilde ortaya çıkması için gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Background and Design: Herpes zoster is a common viral disease of the nervous system. Although the annual incidence is 1.5–3/1000, this rate increases after 75 years of age. Seasonal factors are estimated to affect the incidence rate of the disease as well. The aim of this study was to investigate the clinical and demographic characteristics of patients diagnosed with herpes zoster and to explore the similarities and differences with other epidemiological studies from Turkey and the world.
Materials and Methods: We retrospectively reviewed the records of 312 patients diagnosed with herpes zoster and followed up in the Düzce University Medical Faculty Dermatology Department between January 1999 and December 2010.
Results: Herpes zoster patients comprised 0.56% of all patients who presented to our department. Their ages ranged from 6 months to 87 years (mean age: 49.6, median age: 53). The number of women and men was almost equal. Admissions were higher in January and December, with thoracic involvement being the most frequent one. Zoster was not a precursor of any occult malignancies. The most common associated systemic disease was cardiovascular disease. Pediatric cases comprised 7.4% of cases. Complications developed in 21.4% of patients. The most common complication was postherpetic neuralgia.
Discussion: There are only a few studies from our country on the epidemiology of herpes zoster. We observed that our findings were more or less similar to the findings of the literature data. However, unlike in other studies, in our study, the most common associated systemic disease was cardiovascular disease. It is thought that this is because this kind of chronic stressor weakens humoral and cellular immunity. We think that similar studies from different regions of our country are necessary to demonstrate the clinical and epidemiological characteristics of the disease more clearly.

5.Evaluation of lymphatic and blood vessel density in psoriatic skin
Eylem Taş, Filiz Canpolat, Fatma Eskioğlu, Murat Alper
doi: 10.4274/Turkderm.66587  Pages 191 - 195
Amaç: Anjiogenez psoriasis fizyopatolojisinde önemli bir rol oynamaktadır. Psoriyasisin anjiogenez bağımlı bir hastalık olduğu düşünüldüğü için, psoriasis araştırmalarında lenfatik damarlara az ilgi gösterilmiştir. Psoriasis plaklarında lenfatik damar yoğunluğunu konu alan çalışmaların sonuçları araştırma yöntemine göre değişir ve sonuçlar birbirleriyle çelişkilidir. Çalışmamızın amacı, psoriyatik plaklarda lenfatik damarlara spesifik yeni geliştirilen bir belirteç olan D2-40 ile lenfatik damar yoğunluğunu belirlemek ve CD34 immünhistokimyasal boyama ile belirlenen genel damar yoğunluğunu karşılaştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 37 tedavi almamış psoriasis hastası (16 erkek, 21 kadın) ile 16 sağlıklı kontrol birey dahil edildi. Katılımcılardan alınan biyopsi örnekleri, lenfatik ve kan damarlarını göstermek üzere D2-40 ve CD34 antikorları kullanılarak immünhistokimyasal boyama ile değerlendirildi.
Bulgular: Hasta grubunda papiller ve retiküler dermiste D2-40 ile boyanan lenfatik damar sayısı kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı oranda yüksek bulundu (sırasıyla p=0,007 ve p=0,001, Mann-Whitney U testi). Psöriyatik deride retiküler dermiste D2-40 ile boyanan lenfatik damar sayısı papiller dermistekine göre anlamlı derecede yüksekti (p=0,001, Wilcoxon testi). CD34 ile boyanan kan damarı sayısı ise papiller dermiste ve retiküler dermiste kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı oranda yüksekti (sırasıyla p=0,000 ve p=0,008, Mann-Whitney U testi).
Sonuç: Çalışmamız psoriyatik plaklarda kontrol grubuna göre CD34 ve D2-40 ile belirgin immünboyanma olduğunu göstermiştir. Psoriasiste lenfatik ve kan damarı sayısındaki artış, psoriasis patogenezinde anjiogenezin yanı sıra lenfanjiogenezin de ilişkili olduğunu düşündürmektedir.
Background and Design: Angiogenesis plays a significant role in the physiopathology of psoriasis. Since psoriasis is considered to be an angiogenesis-dependent disease, lymphatic vessels have received little attention in psoriasis research. The results of the studies on lymphatic vessel density in psoriasis plaques varies by the detection procedure and the results are contradictory. The purpose of this study was to determine lymphatic vessel density using a novel lymphatic vessel-specific marker D2-40 and to compare it with general vessel density as determined by CD34 immunohistochemical staining in psoriatic plaques.
Materials and Methods: Thirty-seven untreated patients with psoriasis (16 men, 21 women) and 16 healthy control subjects were included in the study. Biopsy specimens taken from the subjects were evaluated by immunohistochemistry using D2-40 and CD34 antibodies to show the lymphatic and blood vessels.
Results: We found a significantly increased number of lymphatic blood vessels stained with D2-40 in both papillary and reticular dermis in psoriatic plaques as compared to control group (p=0.007 and p=0.001, respectively, Mann-Whitney U test). The number of lymphatic vessels stained with D2-40 in reticular dermis were significantly higher than the number of lymphatic vessels in papillary dermis (p=0.001, Wilcoxon test). The number of blood vessels stained with CD34 were higher in both reticular and papillary dermis when compared to controls (p=0.000 and p=0.008, respectively, Mann-Whitney U test).
Conclusion: Our study demonstrated marked immunostaining of CD34 and D2-40 vessels in psoriatic plaques when compared to control group. Increased numbers of lymphatic and blood vessels in psoriasis suggest that lymphangiogenesis as well as angiogenesis may contribute to the pathogenesis of psoriasis.

6.The Sensitization Rates of Hymenoptera Venom in Mersin Region
Deniz Gezer, Engin Şenel
doi: 10.4274/Turkderm.58569  Pages 196 - 201
Amaç: Arı venomlarına karşı gelişen allerjik reaksiyonlar ciddi sonuçlarının olması nedeniyle önemli bir sağlık sorunu oluşturmaktadır. Bu çalışmayı, arı alerjisinin dolaylı bir ölçüsü olan duyarlılaşma oranlarının, Mersin yöresindeki durumunu belirlemek amacıyla yaptık.
Gereç ve Yöntem: Yaş ortalamaları 38. 4 yıl olan 86 erkek ve 123 kadın olmak üzere 209 gönüllüde, sorgulama, nefelometrik yöntemle total IgE, fluoroimmünoassay yöntemi ile fadiotop ölçümleri ile beraber, apidae, vespidae ve polistes venomlarına karşı epidermal/intradermal test uygulayarak duyarlılaşma oranlarını araştırdık.
Bulgular: İki yüz dokuz olguda her üç venom türüne karşı duyarlılaşma oranını % 21 bulduk. Venom duyarlılığı olan kişiler arasında birden çok venoma karşı duyarlı olanların oranı % 52,3 idi. Sorgulama sonucunda, arı sokması ile oluşan reaksiyonların, % 80’inin normal reaksiyon, % 11’inin geniş lokal reaksiyon, % 9’unun sistemik reaksiyon olduğu bulundu. Geniş lokal reaksiyon tarif eden olguların % 23,5’unda, sistemik reaksiyon tarif eden olguların % 21,5’inde deri testi pozitif idi. Erkeklerle kadınlar arasında; stratifiye edilen yaş grupları arasında; total IgE pozitif ve negatif olanlar arasında; Phadiotop pozitifliği olanlar ve olmayanlar arasında; kırsal ve kentsel bölgede oturanlar arasında; arı sokma sayısı bakımından; son arı sokmasından itibaren geçen zaman açısından ve reaksiyon türleri bakımından duyarlılaşma oranları arasında fark bulunmadı.
Sonuç: Mersin yöresinde arı venomlarına karşı duyarlılık oranının oldukça yüksek olduğu, ama duyarlılaşma titrasyonunun düşük düzeyde olduğu; dolayısıyla arı venom alerjisinin önemli bir sağlık sorunu olabileceği görülmektedir.
Background and Design: Allergic reactions to Hymenoptera venoms are significant health problems because of their serious outcomes. The aim of this study was to investigate the sensitization rates of Hymenoptera venoms in Mersin region, which are indirect measures of Hymenoptera venom allergy.
Material and Method: By using questionnaires, total IgE determination with nephelometric method and phadiotop determinations with fluoroimmunoassay, we performed epidermal/intradermal testing with Apidae, Vespidae and Polistes venom extracts, to determine the sensitization rates among 209 volunteers (86 males, 123 females) with a mean age of 38.4 years. Sensitization rate to venoms of all three species were 21.0% among 209 subjects. Sensitization rate to more than one species simultaneously, was 52.3% among Hymenoptera sensitive subjects. With the aid of questionnanires we found that sting reactions were “normal reactions” in 80%, “large local reactions” in 11.0% and “systemic reactions” in 9% of the subjects. The rate of positive skin tests was 23.5% among the subjects who had described large local reactions and 21.5% among the subjects who had described systemic reactions. There were no significant difference between the sensitization rates of males and famales; of the stratified age groups of subjects; of the subjects with elevated and normal total IgE values; of the subjects with positive and negative phadiotop determinations; of the subjects living in urban and suburban areas; of the subjects with respect to sting number or time elapsed since the last sting or the varieties of sting reactions.
Results: The sensitization rates to hymenoptera venoms are significantly elevated, although low in titer, in Mersin region. So, Hymenoptera venom allergy may contribute to health problems, significantly in this part of the country.

7.Evaluation of the frequency of fibromiyalgia in patients with chronic urticaria
Aslı Hapa, Oya Özdemir, Sibel Ersoy- Evans, Nilgün Atakan, Fatma İnanıcı
doi: 10.4274/Turkderm.81489  Pages 202 - 205
Giriş ve amaç
Son yıllarda periferal kutanöz sinir liflerindeki fonksiyon bozukluğunun ürtiker etiyolojisinde rol oynayabileceğine dair çalışmalar mevcuttur. Kronik ağrı sendromların biri olarak kabul edilen fibromiyalji sendromu etiyolojisinde de benzer şekilde periferal kutanöz sinir liflerindeki fonksiyon bozukluğu suçlanmaktadır. Bu çalışmanın amacı kronik ürtikerli hastalarda fibromiyalji sendromu sıklığının belirlenmesi ve bu sıklığın ürtikerin klinik özelliklerinden etkilenip etkilenmediğini göstermekti.
Gereç ve yöntem
Çalışmaya 50 kronik ürtikerli hasta ve 48 kontrol dahil edildi. Otolog serum deri testinin yanı sıra ürtikerin hastalık aktivitesini belirlemek amacıyla ürtiker aktivite skoru (ÜAS) hesaplandı. Fibromiyalji sendromu tanısı ise 1990 Amerikan Romatoloji Koleji kriterleri doğrultusunda konuldu. Hastalar ayrıca hastalık süresine ve ÜAS skorlarına göre ikişer gruba ayrılarak fibromiyalji sendromu sıklığı açısından incelendi.
Sonuç
Kronik ürtikerli hastaların %26’sında, kontrol grubunun ise %20,8’inde fibromiyalji sendromu olduğu tespit edildi ve iki grup arasında anlamlı fark saptanmadı (p=0,715). Otolog serum deri testi pozitif olan hastalar ile negatif olan hastalar arasında da fibromiyalji sendromu sıklığı açısından anlamlı farklılık yoktu. ÜAS skorlarına (Grup 1= ÜAS<5, Grup 2 ÜAS≥5) göre iki gruba ayrılan hastalar arasında da fibromiyalji sendromu sıklığı açısından anlamlı fark saptanmadı (p=0.197). Ayrıca hastalar hastalık süresine göre değerlendirildiğinde de (grup 1= hastalık süresi<1 yıl, grup 2=hastalık süresi≥1 yıl) fibromiyalji sendromu sıklığı açısından anlamı farklılık yoktu (p=0,645).
Bu çalışma sonucunda literatürde yakın zamanda yapılmış olan bir çalışmanın aksine kronik ürtikerde fibromiyalji sendromu sıklığının artmadığı ve bu sıklığın ürtiker şiddetinden, hastalık süresinden ve otolog serum deri pozitifliğinden etkilenmediği gösterilmiştir.
Background and design
In recent years, there are studies about role of dysfunctioning of the peripheral cutaneous nevre fibres in the etiology of chronic urticaria. Similiarly to urticaria, dysfunctioning of peripheral cutaneous nevre fibres was also charged in etiology of fibromiyalgia syndrome which was accepted to be the one of the chronic pain syndromes.
The aim of this study was to assess the frequency of fibromiyalgia syndrome in patients with chronic urticaria and to show whether this incidence was affected from clinical findings of urticaria.
Material and method
50 patients with chronic urticaria and 48 controls were included into the study. Besides an autologous serum skin test, urticaria activity score (UAS) was calculated for the evaluation of the severity of the disease. The diagnosis of fibromiyalgia syndrome was made in accordance to American Collage of Rheumatology 1990 criteria. Patients are also divided into 2 groups according to disease duration and UAS.
Results
26% of the patients with chronic urticaria and 20.8% of the control group have fibromiyalgia syndrome and no significant difference was observed between each group (p=0.715). There was also no significant difference between patients with positive autologous serum skin test and patients with negative autologous serum skin test. When the patients divided into 2 groups according to UAS were compared with respect to frequency of fibromiyalgia syndrome, no significant difference was observed (p=0.197). Furthermore, when the patients divided into 2 groups according to disease duration were compared with respect to frequency of fibromiyalgia syndrome, there was also no significant difference (p=0.645).
Conclusion
In conclusion, contrast to the recently reported study, we observed that frequency of fibromiyalgia syndrome does not increase in chronic urticaria and this frequency was not effected from the severity of urticaria, disease duration and positivity of autologous serum skin test.
Key words: chronic urticaria, fibromiyalgia, frequency

8.Comparison of the efficacy on serum androgenic hormone levels between isotretinoin, cyproterone acetate/ethynil estradiol and combination therapies in females with acne vulgaris
Hilal Gökalp, Ahmet Burhan Aksakal
doi: 10.4274/Turkderm.26539  Pages 206 - 209
Amaç: Akne vulgaris sebase bezlerin androjenik uyarısıyla karakterize derinin en sık görülen hastalıklarındandır. Bu çalışmada akne vulgarisli kadın hastalarda isotretinoin, siproteron asetat/etinil estradiol (STA/EE) ve isotretinoin+STA/EE kombinasyon tedavilerinin serum androjenik hormon düzeylerine olan etkilerini inceleyerek isotretinoin tedavisinin antiandrojenik etki mekanizmasını aydınlatmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza klinik şiddeti Allen-Smith skalasına göre grade 4 ile grade 8 arasında olan ve tedavide sistemik isotretinoin, STA/EE ve isotretinoin+STA/EE kombinasyon tedavisi planlanan 60 kadın hasta dahil edilmiştir. Hastalardan aç karına alınan venöz kan örneklerinde tedavi öncesi, tedavinin 3. ve 6. aylarında androjenik hormon değerleri (androstenedion, luteinizan hormon (LH), follikül stimüle edici hormon (FSH), dehidroepiandrosteron sülfat (DHEAS), serbest ve total testosteron) değerlendirilmiştir. Bulgular: Akne vulgarisli kadın hastalarda isotretinoin tedavisi ile STA/EE tedavisine benzer şekilde serum androstenedion ve serbest testosteron düzeylerinde istatistiksel olarak anlamlı azalma saptanmıştır (p<0,001). Ancak total testosteron ve DHEAS düzeylerinde istatistiksel olarak anlamlı fark gözlenmemiştir (p>0,0056). LH/FSH oranında ise yine STA/EE tedavisine benzer olarak isotretinoin tedavisi ile istatistiksel olarak anlamlı fark görülememiştir (p>0,0056). Sonuç: Akne vulgarisli kadın hastalarda isotretinoinin hormonal bazı etkilerinin de olabileceği düşünülmüştür. Ayrıca akne şiddeti ile androjenik hormon düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon bulunmamıştır.
Objective: Acne vulgaris is one of the most common skin disorders, and is a multifactorial disease characterized by androgenic stimulation of sebaceous glands. This study aimed to further understand the antiandrogenic effects of isotretinoin by using isotretinoin, cyproterone acetate/ethynil estradiol (CTA/EE) and isotretinoin+CTA/EE combination treatments with analyzing their effects on serum androgenic hormon levels. Materials and methods: 60 females that were clinically evaluated as grade 4-8 on Allen-Smith scale were selected from our patient population for whom isotretinoin, CTA/EE and isotretinoin+CTA/EE combination treatment was planned. Fasting androgenic hormone levels (androstenedion, luteinizing hormone (LH), follicle stimulating hormone (FSH), dehidroepiandrosteron sulfate (DHEAS), free and total testosterone) were detected in venous blood before treatment and on the third and the sixth month of study. Results: The statistical analysis showed that similar to the CTA/EE treatment; the decrease of the serum androstenedion and free testosterone levels with isotretinoin treatment in females with acne vulgaris were found to be statistically significant (p<0,001) but such significance could not be shown for total testosterone and DHEAS levels (p>0,0056). There is no statistically significant change in LH/FSH ratio in isotretinoin monotherapy, so as in CTA/EE treatment (p>0,0056). Conclusion: Our study demonstrates isotretinoin monotherapy made us to think that antiandrogenic effect may be one of the pathways of antiacne effect of isotretinoin. No statistically significant correlation was found between the severity of acne vulgaris and the androgenic hormone levels.

9.The effects of isotretinoin treatment on sensory nerves: Electromyographic findings
Filiz Canpolat, Nilüfer Erdoğmuş İnce, Ebru Karagün, Başak Kandi, M. Fevzi Öztekin
doi: 10.4274/turkderm.33600  Pages 210 - 212
Amaç: İlk jenerasyon retinoid olan izotretinoinin nöromusküler sistem üzerine çeşitli yan etkilerinin olduğu rapor edilmiştir. Bu çalışmanın amacı oral izotretinoinin elektromyografik bulgular üzerine etkisini araştırmaktır.
Materyal ve Metod: Nodülokistik akne nedeniyle oral izotretinoin tedavisi planlanan, nörolojik ve nörofizyolojik bulgusu olmayan 15 hasta (9 erkek, 6 kadın, ortalama yaşları 21.0 ± 3.1 yıl) çalışmaya alındı. Diğer periferik nöropati nedenlerini dışlamak amacıyla tedavi öncesi bütün hastalara tetkikleri yapıldı. İlk değerlendirme bulguları normal olan hastalara 0.5 mg/kg/gün oral izotretinoin tedavisi başlandı. Tedavi öncesi ve izotretinoin tedavisinin 6. ayında nörolojik muayene ve elektromyografik incelemeler yapıldı.
Bulgular: Tedavi öncesi ve sonrası hastaların hiçbirinde klinik ve elektromyografik incelemelerde anormallik görülmedi. Tedavi öncesi ve tedaviden 6 ay sonra yapılan elektromyografik incelemede motor iletim parametrelerinde fark olmamasına rağmen, mediyan, ulnar ve sural sinirlerin ortalama duysal iletim hızlarında ve ulnar sinir duysal aksiyon potansiyel amplitüdünde belirgin azalma görüldü (sırasıyla p=0.04, p=0.03, p=0.01, p<0.01).
Sonuç: İzotretinoinin sistemik kullanımı elektromyografik değişikliklere neden olabilir.
Background: Isotretinoin, a first generation retinoid, has been reported to cause a variety of side effects on the neuromuscular system. The aim of this study is to investigate the effects of oral isotretinoin on electromyographic findings.
Material and Method: Fifteen patients (9 males, 6 females, aged 21.0 ± 3.1 years) with no evident neurological and neurophysiological findings planned to be treated with oral isotretinoin for nodulocystic acne were enrolled in this study. All the patients underwent some laboratory investigations before treatment to exclude the other causes of peripheral neuropathy. Patients with normal findings in the first exam were prescribed 0.5 mg/kg/day oral isotretinoin. Before and after 6th months of isotretinoin treatment, neurological examination and electromyographic studies were performed.
Results: Clinical examinations and electromyographic evaluations before and after treatment disclosed no abnormalities in any of the patients. Although the motor conduction parameters did not show any difference, a significant decrease in the mean sensory conduction velocities of median, ulnar and sural nerves and the mean amplitude of sensory action potential of ulnar nerve were detected 6 months after onset of treatment compared with pre-treatment values (p=0.04, p=0.03, p=0.01, p<0.01, respectively).
Conclusion: Systemic administration of isotretinoin may cause electromyographic changes.

CASE REPORT
10.Coexistence of Kaposi's sarcoma and rheumatoid arthritis
Evren Odyakmaz Demirsoy, Rebiay Kıran, Ayşe Cefle, Mine Gökdemir, Cengiz Erçin
doi: 10.4274/turkderm.15679  Pages 213 - 216
Aynı histopatolojik özellikte farklı klinik tiplerin olduğu neoplastik bir hastalık olan Kaposi sarkomu (KS) yoğun immunsüpresif tedavi kullanılması nedeniyle çeşitli romatolojik hastalıklara eşlik edebilmektedir. Bu yazıda KS ve aynı zamanda romatoid artrit (RA)’i de olan iki olgu bu iki hastalığın birlikteliğine dikkat çekmek amacıyla sunulmuştur. KS olgulardan birinde immunsüpresif tedavi öncesinde, diğerinde immunsüpresif tedavi altındayken gelişmiştir. Birinci olgumuzda KS lezyonları şimdiye kadar bildirilen olguların aksine immunsüpresif tedavi öncesi başladığı için bu birliktelikte immunsüpresif tedavinin rolü olmadığı düşünülmüştür.
Kaposi's sarcoma (KS) which is a neoplastic disease has many different clinical forms with the same histopathological features. KS may associate with many rheumatic diseases due to intensive immunosuppressive therapy used in the treatment. In this study, we present two patients with KS who also had rheumatoid arthritis (RA) to highlight the coexistence of both diseases. KS developed before the immunosuppressive treatment in one of the cases and during immunosuppressive treatment in the other. Unlike in previously reported studies, in our case, KS occurred before the immunosuppressive treatment was started. Therefore, the immunosuppressive treatment cannot be responsible for the coexistence of KS and RA in our first case.

11.Blepharochalasis
Özlem Bilgiç
doi: 10.4274/turkderm.54036  Pages 217 - 219
Blefaroşalazis, göz kapağı derisinde tekrarlayıcı ve ağrısız ödem atakları sonucu göz kapağı yapısında atrofiye, gevşemeye ve pitozise neden olan bir hastalıktır. Genellikle çocukluk ve ergenlik döneminde ortaya çıkmaktadır. Bu makalede, 3 yıldır üst göz kapaklarında tekrarlayıcı ağrısız şişlik atakları ile son 1 yıldır sağ üst göz kapağında daha belirgin olan gevşeklik, kırışıklık yakınmaları olan 16 yaşındaki bir kız hasta bildirilmiştir. Bu olgu hastalığın nadir görülen bir durum olması ve özellikle erken evrelerinde kolaylıkla rekürren anjiyoödem olarak değerlendirilebilmesi nedeniyle sunulmuştur.
Blepharochalasis is a disorder characterized by recurrent episodes of painless edema of the eyelid skin, which leads to atrophy and relaxation of the eyelid structures and ptosis. The condition typically manifests itself in childhood or adolescence. The author reported a 16-year-old girl who has been suffered from recurrent painless swelling episodes on the upper eyelids for three years and laxity and wrinkling predominantly on the right upper eyelid for one year. This case was presented for the disorder is a rarely encountered disease and may easily misdiagnosed as recurrent angioedema, especially in its early stage.

12.Vulvar vestibular papillomatosis
Özlem Bilgiç, Yelda Karıncaoğlu, Nurhan Akdoğan Şahin
doi: 10.4274/Turkderm.60420  Pages 220 - 222
Vestibuler papillomatozis (VP) kadınların yaklaşık %1’nde görülen benign, asemptomatik, anatomik bir varyanttır. VP vulvar bölgede lineer tarzda simetrik olarak yerleşimli pembe, düz veya filiform papüller ile karakterizedir. Klinik görünüm olarak VP ile genital verrüler arasındaki benzerlik gereksiz tetkik ve tedavilere yol açabilmektedir. Bu makalede bu konuya dikkat çekmek amacıyla VP’li dört olgu sunulmuştur.
Vestibuler papillomatosis (VP) is a benign, asymptomatic anatomical variation present in approximately 1% of women. It is characterized by linear, pink, smooth or filiform papules symmetrically distributed on the vulva. The clinical resemblance of VP to genital warts could lead to unnecessary   laboratory  tests and treatments. This report presents four cases of VP in order to call attention to this entity.

13.A case of scleromyxedema without monoclonal gammopathy responded to treatment with IVIG
Ayşegül Turan, Kenan Aydoğan, Şaduman Balaban Adım, Hakan Turan, Hayriye Sarıcaoğlu
doi: 10.4274/Turkderm.29291  Pages 223 - 225
‘‘Liken miksödematozus’’ deride fibroblast artışı ve müsin birikimi ile karakterize primer inflamatuvar bir dermatozdur. Skleromiksödem liken miksödematozusun en sık görülen jeneralize formu olup papüler lezyonlar, diffüz skleroz ve eritem ile seyreder. Sıklıkla paraproteinemilerle birliktelik gösterir. Monoklonal gammapatisiz skleromiksödem ise liken miksödematozusun daha nadir görülen atipik bir varyantıdır. Sistemik tutulum da gösterebilen ve bazen fatal olabilen hastalığın tedavisinde olgu bildirileri şeklinde çok çeşitli seçenekler denense de henüz kesin bir tedavi şekli yoktur. İntravenöz immünglobulin ile yapılan olgu bildirilerinde ise yüz güldürücü sonuçlar elde edilmiştir. Skleromiksödemin etyopatogenezi tam olarak anlaşılamadığı gibi intravenöz immünglobulinin de skleromiksödemdeki etki mekanizması hâlen net değildir. Burada monoklonal gammapatinin eşlik etmediği bir skleromiksödem olgusu ve intravenöz immünglobulin tedavisine yanıtı sunulmaktadır.
‘‘Lichen myxedematosus’’ is a primary inflammatory dermatosis characterized by fibroblast proliferation and mucin deposition in the skin. Scleromyxedema is the most frequent variant of lichen myxedematosus and is accompanied by papular lesions, diffuse sclerosis, and erythema. It is usually associated with paraproteinemias. Scleromyxedema without monoclonal gammopathy is a rare and atypical variant of lichen myxedematosus. Systemic involvement and sometimes fatal course can be seen with scleromyxedema. Although several treatment modalities have been tried as case reports for the disease, there isn’t any definitive treatment yet. Intravenous immunoglobulin’s mechanism of action in scleromyxedema is still not clear as well as etiopathogenesis of scleromyxedema. Herein we describe a scleromyxedema case without monoclonal gammopathy and his response to the treatment with intravenous immunoglobulin.

WHAT IS YOUR DIAGNOSIS?
14.What is your diagnosis?
Duygu Gülseren, Aslı Hapa, Ayşen Karaduman, Nilgün Atakan, Özay Gököz
Pages 226 - 227
76 yaşındaki kadın hasta yaklaşık bir sene önce ilk olarak sol bacakta mor lekelerin oluştuğunu ifade etti. O dönemde dış merkezde alınan biyopsi sonucunun livedoid vaskülopati ile uyumlu olduğu ve hastaya oral prednizolon, metotrexat ve hidroksiklorokin tedavilerinin başlanıldığı öğrenildi. Tedavilere rağmen bir yıl içinde lezyonların giderek büyümesi, her iki alt bacakta iyileşmeyen akıntılı, büyük ve derin yaralar oluşması nedeniyle hasta polikliniğimize başvurdu. Hastanın özgeçmişinde hipertansiyon, diabetes mellitus ve obezite dışında bilinen bir hastalığı yoktu. Yapılan dermatolojik incelemesinde bilateral alt bacak üzerlerinde sarı akıntılı, bazılarının üzerlerinde siyah kalın kurutların izlendiği derin ülsere plaklar (Resim 1a-b), alt ve üst ekstremitelerde, abdomen üzerlerinde yaygın peteşi ve purpuralar mevcuttu. Hastanın laboratuar incelemesinde tam kan ve biyokimya değerleri normal sınırlar içerisindeydi. Alt bacakta yer alan ülser sınırından alınan biyopsi örneğinin histopatolojik incelemesinde subkütan dokuda nekroz ve abse formasyonu (akut pannikulit), küçük ve orta çaplı damarlarda kalsifikasyon ve fibrin trombüsleri saptandı. Dermiste kollajende dejenerasyon, sklerotik değişiklikler ve perivasküler alanda lenfoplasmositik reaksiyon izlendi (Resim 2a-b).
Tanınız nedir?
76 yaşındaki kadın hasta yaklaşık bir sene önce ilk olarak sol bacakta mor lekelerin oluştuğunu ifade etti. O dönemde dış merkezde alınan biyopsi sonucunun livedoid vaskülopati ile uyumlu olduğu ve hastaya oral prednizolon, metotrexat ve hidroksiklorokin tedavilerinin başlanıldığı öğrenildi. Tedavilere rağmen bir yıl içinde lezyonların giderek büyümesi, her iki alt bacakta iyileşmeyen akıntılı, büyük ve derin yaralar oluşması nedeniyle hasta polikliniğimize başvurdu. Hastanın özgeçmişinde hipertansiyon, diabetes mellitus ve obezite dışında bilinen bir hastalığı yoktu. Yapılan dermatolojik incelemesinde bilateral alt bacak üzerlerinde sarı akıntılı, bazılarının üzerlerinde siyah kalın kurutların izlendiği derin ülsere plaklar (Resim 1a-b), alt ve üst ekstremitelerde, abdomen üzerlerinde yaygın peteşi ve purpuralar mevcuttu. Hastanın laboratuar incelemesinde tam kan ve biyokimya değerleri normal sınırlar içerisindeydi. Alt bacakta yer alan ülser sınırından alınan biyopsi örneğinin histopatolojik incelemesinde subkütan dokuda nekroz ve abse formasyonu (akut pannikulit), küçük ve orta çaplı damarlarda kalsifikasyon ve fibrin trombüsleri saptandı. Dermiste kollajende dejenerasyon, sklerotik değişiklikler ve perivasküler alanda lenfoplasmositik reaksiyon izlendi (Resim 2a-b).
Tanınız nedir?

FROM THE DEPTHS OF DERMATOLOGY
15.
Kongre tarihçesinden mini sınav
Ekin Şavk
Pages 228 - 229
Abstract |Full Text PDF

NEW PUBLICATIONS
16.New Publications: Dermatologic surgery: Step by step

Page 230
Abstract |Full Text PDF

NEWS
17.Society News

Page 231
Abstract |Full Text PDF

18.2012 Subject index

Pages 232 - 234
Abstract |Full Text PDF

19.2012 Referee index

Page 235
Abstract |Full Text PDF

20.2012 Author index

Pages 236 - 237
Abstract |Full Text PDF

LookUs & Online Makale