E-ISSN 2651-5164 / Print-ISSN 2717-6398
TURKDERM - Turkish Archives of Dermatology and Venereology - Turkderm-Turk Arch Dermatol Venereol: 47 (2)
Volume: 47  Issue: 2 - 2013
EDITORIAL
1.Editorial
Ertuğrul H. Aydemir
Page 74
Abstract |Full Text PDF

REVIEW ARTICLE
2.The Use of Calcium Channel Blockers in Skin Diseases
Mualla Polat, Özge Uzun
doi: 10.4274/turkderm.26986  Pages 75 - 79
Kalsiyum kanal blokörleri hipertansiyon, anjina, periferik damar hastalıkları ve bazı aritmi durumları da dahil olmak üzere çoğunlukla kalp damar hastalıklarında kullanılan bir ilaç grubudur. Bu ilaçlar vasküler düz kas hücrelerinin ve fibroblastların proliferasyonunu ve büyümelerini baskılayabilir, kollajen, fibronektin, proteoglikan gibi ekstrasellüler matriks proteinlerinin sentezini de inhibe edebilirler. Bazı kalsiyum antagonistleri lenfositler üzerinde immünmodülatör veya disimmünregülatör etkiye sahiptir ve superoksit salıverilmesini veya nötrofillerin fagositik aktivasyonunu baskılayabilirler. Ayrıca mast hücre degranülasyonu ve trombosit agregasyonunu da bozabilir. Sözünü ettiğimiz bu özellikler dikkate alındığında, kalsiyum kanal blokerleri yaygın olarak kullanıldıkları kardiyovasküler hastalıkların tedavisi dışında dermatolojik hastalıkların tedavisinde de yer bulabilmektedirler. Sunduğumuz bu derlemede kalsiyum kanal blokerlerinin Raynaud fenomeni, pernio, kronik anal fissür, vulvodini, keloidler ve yanık izleri, kalsinozis kutis, leiomiyom gibi çeşitli dermatolojik hastalıkların tedavilerindeki kullanımları değerlendirilecektir.
Calcium channel blockers are a group of drugs often used to treat cardiovascular diseases, such as hypertension, angina, peripheral vascular disorders and some arrhythmias. These drugs may suppress the growth and proliferation of vascular smooth muscle cells and fibroblasts, and inhibit the synthesis of extracellular-matrix proteins,such as collagen, fibronectin, proteoglycans. Some calcium channel blockers also have immunomodulatory or dysregulatory effects on lymphocytes and can suppress superoxide generation and phagocytic activity of neutrophils. Moreover, mast cell degranulation and platelet aggregation may also be impaired. On account of these properties, calcium channel blockers have also been used for the prevention and treatment of various dermatologic diseases. In this review, we evaluated the use of calcium channel blockers in various dermatologic diseases, such as Raynaud’s phenomenon, chilblains, chronic anal fissures, vulvodynia, keloids and burn scars, calcinosis cutis, and leiomyoma.

ORIGINAL INVESTIGATION
3.Prevalence of Becker Nevus in Young Men
Ercan Karabacak, Ersin Aydın, Bilal Doğan, Kürşat Göker
doi: 10.4274/turkderm.65982  Pages 80 - 83
Amaç: Becker nevüs (BN) erkeklerde kadınlara göre 4-6 kat daha sık görülen, unilateral yerleşim gösteren, keskin sınırlı, düzensiz hiperpigmente makül ve yamalar ile karakterize, hipertrikozun eşlik edebildiği hamartamatöz bir lezyondur. Genellikle peripubertal dönemde ortaya çıkar. BN ile ilgili epidemiyolojik veriler hakkında çok az bilgi mevcuttur, ülkemizdeki prevalansı ise bilinmemektedir. Biz bu çalışmada, ülkemizdeki genç erkeklerde prospektif ve kesitsel olarak BN prevalansını belirlemeyi amaçladık.

Gereç ve Yöntem: Mart 2012-Ağustos 2012 tarihleri arasında ülkenin farklı bölgelerinden dermatoloji polikliniğine başvuran, bir devlet okuluna öğrenci olarak alınacak, 8207 erkek öğrenci adayı çalışmaya dahil edildi. Adaylar yapılan kapsamlı sağlık muayenelerinde, BN varlığı, yerleşim yeri ve hipertrikoz birlikteliği yönünden de değerlendirilerek elde edilen bulgular kaydedildi.

Bulgular: Çalışmaya alınan 8207 erkek adayın yaşları 18 ile 22 arasında değişmekteydi. Yaş ortalaması 20,02±1,40, BN’ün ortalama başlangıç yaşı ise 12,2 olarak hesaplandı. Adayların 68’inde (birisinde iki farklı lokalizasyonda) BN tespit edildi. BN prevalansı %0,82 olarak hesaplandı. BN en fazla pektoral alanda (%24,64), sonra azalan sıra ile skapular (%23,18), omuz (%18,84), infraskapular (%17,39), kol (%5,80), abdomen (%5,80) ve uylukta (%4,35) yerleşmişti. Altmış sekiz adayda saptanan 69 BN’ün 34’ünde (%49,2) hipertrikoz bulunuyordu.

Sonuç: Çalışmamızda BN’ün ağırlıklı olarak skapular ve pektoral alan olmak üzere iki bölgede yerleşim gösterdiği, prevalansının %0,82 olduğu ve lezyonların %49,2’sinde hipertrikoz bulunduğu saptandı.
Background and Design: Becker nevus (BN), characterized by sharply and irregularly bordered, unilaterally localized, hyperpigmented macules and patches which can go along with hypertrichosis, is a kind of hamartomatous lesion that predominantly affects males 4-6 times more frequently than females. It is usually seen in peripubertal period. There are scarce epidemiological data on BN and the prevalence in our country is also unknown. In this prospective, cross-sectional study, we aimed to determine the prevalence of BN among young adult males in Turkey.

Materials and Methods: 8207 male candidates from different regions of Turkey who would be selected as a student in a governmental school and were referred to the dermatology outpatient clinic between March 2012 and August 2012, were included in our study. In addition to comprehensive medical examination, candidates were also inspected for the presence of BN, its localization, the asociation with hypertrichosis, and the findings were recorded.

Results: The mean age of the candidates was 20.02±1.40 (range: 18-22) years and the mean age at BN onset was 12.2. BN was detected in 68 out of 8207 candidates (two different localizations in one subject). The prevalence of BN was calculated as 0.82%. The distribution of BN localization was as follows: mostly on the pectoral region ( 24.64%), and in decreasing order, on the scapular region (23.18%), shoulder (18.84%), infrascapular region (17.39%), arm (5.80%), abdomen (5.80%) and the thigh (4.35%). Hypertrichosis was present on 34 out of 69 BN (49.2%) that were found in 68 subjects.

Conclusion: In our study, it was determined that BN was mainly localized on the pectoral and scapular regions, the prevalence was 0.82% and, 49,2% of the lesions were hypertrichotic.

4.Pilomatrixoma in Children (Calcifying Epithelioma)
Onursal Varlıklı, Turan Yıldız, Gülcan Çetin, Muzaffer Yıldırım, Mustafa Teoman Erdem
doi: 10.4274/turkderm.57777  Pages 84 - 87
Amaç: Pilomatriksoma veya Malherbe’nin kalsifiye epitelioması kılın pluripotent prekürsör matriks hücrelerinden köken alan, nadir görülen, iyi huylu, sınırlı, kalsifiye epitelyal bir tümördür. Genellikle baş boyun ve üst ekstremitelerde, deri veya deri altında, semptom vermeyen nodül olarak görülür. Bu klinik çalışmada, 20 olgudaki tecrübelerimiz ışığında tümörün epidemiyolojisinin, klinik ve histopatolojik bulgularının, ayırıcı tanısının ve tedavi sonuçlarının tartışılması hedeflenmiştir.

Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada, 2005-2012 yılları arasında çocuk cerrahisi kliniklerinde deri altı kitlelere eksizyonel biyopsi uygulanan ve patolojik olarak pilomatriksoma tanısı alan 20 olgu retrospektif olarak incelendi.

Bulgular: Toplamda 20 olgumuzun 12’si kız (%60), 8’i erkekti (%40). Tanı aldıklarında hastaların ortalama yaşı 9,6 yıldı. Olgularımızın 18 tanesi (%90) tek nodül şeklinde, 2 tanesi (%10) ayrı lokalizasyonlarda çift nodül şeklindeydi. Tümör lokalizasyonları itibari ile %54,5’ü başboyun, %31,8’i ekstremite ve %13,6’sı gövdede bulunuyordu.

Sonuç: Pilomatriksoma, sık olmamasına rağmen daha çok çocuklarda ve adelosanlarda görülen cerrahi eksizyon ile tedavi edilebilen benin bir deri tümörüdür. Bu olguların tekrarlama ve hatta metastaz riski taşıyan malin formunun atlanmaması için histopatolojik ve klinik özelliklerinin dikkatle değerlendirilmesi gereklidir.
Background and Design: Pilomatrixoma calcifying epithelioma of Malherbe is a rare, benign, limited, calcifying epithelial neoplasm that arises from the hair pluripotent precursor matrix cells. It is usually seen in the head and neck and the upper extremities, in the dermis or subcutaneous tissues as an asymptomatic nodule. In this study, we discuss the epidemiology of the tumor, clinical and histopathological findings, differential diagnosis and treatment outcome of pilomatrixoma in the light of our experiences with 20 cases.

Materials and Methods: We retrospectively evaluated a total of 20 cases diagnosed with pilomatrixoma with a pathology evaluation after excisional biopsy of the subcutaneous mass at pediatric surgery clinics between 2005 and 2012.

Results: Our 20 patients consisted of 12 females (60%) and 8 males (40%). The mean age at the time of diagnosis was 9.6 years. There was a single nodule in 18 cases (90%) and two nodules in separate places in 2 cases (10%). The tumor localization was in the head and neck in 54.5%, the extremities in 31.8%, and the trunk in 13.6%.

Conclusion: Pilomatrixomas are rare but usually seen in children and adolescents and this benign skin tumor can be treated with surgical excision. Histopathological and clinical features should be evaluated carefully to prevent missing the malignant form that carries a risk of recurrence and even metastasis.

5.Evaluation of Cutaneous Manifestations According to the Time in Renal Transplant Recipients
Burhan Engin, Selma Alagöz, Ali Reza Fenjanchi, Zekayi Kutlubay, Eneida Kote, Leyla Usmanova, Nurhan Seyahi, Özden Öz Calay, Ertuğrul Hasbi Aydemir
doi: 10.4274/turkderm.81542  Pages 88 - 93
Amaç: Bu çalışmada renal transplant hastalarında görülen deri bulgularının sıklığı ve klinik özelliklerin belirlenmesi amaçlanmıştır.

Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda renal transplantasyon yapılan 116 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelendi. Altı aylık takip süreleri olan hastaların verileri değerlendirmeye alındı. Yaşları 10-68 arasında değişen (ortalama 36,62) 68 erkek (%58,6) ve 48 kadın (%41,4) hasta vardı. Hastaların detaylı dermatolojik muayeneleri yapıldı. Hastalar cinsiyet (erkek-kadın), transplantasyon süresi (1-5 yıl, 5-10 yıl ve 10 yıl üzeri), ve kullanılan ilaçlara (siklosporin, takrolimus, bu iki ilaç dışında immünosüpresan ilacı kullanan) göre gruplandırıldı.

Bulgular: Transplant hastalarında en sık görülen deri bulguları infeksiyon hastalıklarıydı. Deri bulguları onikomikoz (13), tinea pedis (9), akneiform lezyon (15) ve verruka (9) şeklinde kaydedildi. Altı ay sonraki klinik değerlendirmede benzer sonuçlar elde edildi. Klinik muayenede hastalarda %7 premalin ve malin lezyon tespit edildi. Hasta gruplarına göre elde edilen sonuçlarda cinsiyet, transplantasyon süresi ve kullanılan ilaçların klinik bulguları etkilemediği belirlendi.

Sonuç: Renal transplant hastalarında dermatolojik muayene ve takipler uzun süreli olmalıdır.
Background and Design: This study is conducted to determine the prevalence and clinical characteristics of cutaneous manifestations in renal transplant patients.

Materials and Methods: Hospital records of 116 renal transplant patients were retrospectively investigated. The data obtained from patients who had 6 months follow-up period were evaluated. There were 68 (58.6%) males and 48 (41.4%) females aged between 10 and 68 years (mean=36.6 years). Detailed dermatologic examination was performed. The patients were grouped according to gender (male-female), posttransplant period (1-5 years, 5-10 years, >10 years) and the drugs used (cyclosporin, tacrolimus, other than these two immunosuppressant drugs).

Results: The most common cutaneous manifestations were infectious. The dermatological findings were onychomycosis (13), tinea pedis (9), acneiform disorders (15), and warts (9). The clinical evaluation after 6 months has also demonstrated the same result. Among the evaluated patients, 7% showed premalignant or malignant manifestations on clinical examination. According to the results obtained from the patient groups, it was found that gender, length of post-transplant period, and use of immunosuppressant drugs do not influence the clinical manifestations of patients.

Conclusion: Dermatologic examinations and long-term follow-up should be performed in renal transplant patients.

6.Latex Allergy In Health Care Workers
Hayriye Sarıcaoğlu, Sevil Ovalı Toka, Sema İpek Algan
doi: 10.4274/turkderm.65002  Pages 94 - 98
Amaç: Bu çalışmada hastanemizde çalışan sağlık personelinde lateks alerjisi sıklığının araştırılması, olguların klinik ve demografik özelliklerinin incelenmesi amaçlanmıştır.

Gereç ve Yöntem: Yüz sağlık personeline doktor tarafından ayrıntılı bir anket uygulandı. Lateks alerjisini saptamak amacıyla tüm olgulara lateks ile prik test, lastik kimyasalları ve lateks eldiven parçası ile yama testi uygulandı. Serumda lateks spesifik Ig E analizi yapıldı.

Bulgular: Olguların 36’sı hemşire, 14’ü doktor, 50’si yardımcı sağlık personeliydi. Kırk altı kişide klinik belirtiler mevcut iken, 54 kişide klinik belirti yoktu. Klinik hastalık ile çalışma süresi, temas süresi (saat/gün), atopi öyküsü ve ilaç/gıda alerjisi arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı. Beşi hemşire, biri yardımcı sağlık personeli olmak üzere toplam 6 olguda prik test pozitif saptandı. Bunların ikisinde lateks spesifik Ig E yüksek bulundu. Prik test pozitifliği ile meslek, klinik hastalık, çalışma ve temas süresi (saat/gün), lateks spesifik Ig E arasındaki ilişki istatistiksel olarak anlamlı bulundu. İkisi hemşire, ikisi yardımcı sağlık personeli olmak üzere dört olguda lateks spesifik Ig E yüksek bulundu. İkisinde prik test pozitif saptandı. Lateks spesifik Ig E düzeyi ile çalışma ve temas süresi (saat/gün), prik test arasındaki ilişki istatistiksel olarak anlamlı bulundu. Lateks eldiven parçası ile yapılan yama testi tüm olgularda negatif sonuçlandı. Yardımcı sağlık personelinin üçünde tiurammiks ile yapılan yama testi pozitif saptandı, bunlardan birinde merkaptobenzotiazol ile de pozitiflik saptandı.

Sonuç: Lateks alerjisi için tanımlanan risk faktörleri arasında lateks ürünleri ile sık teması olan meslek grupları önde gelmektedir. Anaflaksiye kadar gidebilen reaksiyonlar olabileceğinden sağlık çalışanları gibi riskli bireylerde erken tip aşırı duyarlılık reaksiyonları gelişmesi halinde lateks alerjisi akla gelmelidir.
Background and Design: We aimed to determine the frequency of latex allergy in our hospital and to to evaluate the clinical and demographical features of the cases.

Materials and Methods: A detailed questionnaire was administered to healthcare workers by a physician. Skin prick test with latex and patch test with rubber chemicals and a piece of latex glove were performed for all healthcare workers. Latex-specific IgE was measured in serum.

Results: The study sample consisted of 36 nurses, 14 doctors, and 50 healthcare workers. While 46 subjects had symptoms, 54 subjects had no symptoms. The relationship of clinical disease with working duration, exposure duration (hour/day), history of atopy, and drug/food allergies was statistically significant. Five nurses and 1 healthcare worker had positive skin prick test. Two of them had positive latex-specific IgE. Positive skin prick test statistically significantly correlated with occupation, working duration, exposure duration (hour/day) and positive latex-specific IgE. Two nurses and 2 healthcare workers had positive latex-specific IgE. Two of them had positive skin prick test. Positive latexspecific IgE statistically significantly correlated with working duration, exposure duration, and positive skin prick test. Patch test with a piece of latex glove was negative in all subjects. Three healthcare workers had positive patch test with thiuram-mix, one of them had also positive patch test with mercaptobenzothiazole.

Discussion: One of the risk factors for latex allergy is occupations involving frequent exposure to latex products. Latex allergy should be taken into consideration if type I hypersensitivity reactions occur in occupational groups at risk for anaphylactic reaction.

7.Relationship Between Atopy Patch Test with Foods and SCORAD
Ali Kutlu, Ersin Aydın, Ercan Karabacak, Sami Öztürk, Seçil Aydınöz, Oktay Taşkapan, Bülent Bozkurt
doi: 10.4274/turkderm.72623  Pages 99 - 102
Amaç: Besinlerle atopik dermatit (AD) kliniği arasındaki ilişki tartışmalıdır.Besinlerle yapılan “fresh prick testleri”nin (FPT) özgünlüğünün düşük olması, AD’de çoğunlukla lezyonların geç ortaya çıkması ve buna bağlı anamnezdeki tutarsızlıklar, provokasyon testinin zaman alıcı ve riskli olması, hastalığın fizyopatolojisinde T lenfositlerin oynamış olduğu rol, atopi yama testini (APT: “Atopy Patch Test”) ön plana çıkartmaktadır. Bu çalışmada besinlerle yapılan APT ve FPT’nin hastalığın ağırlığını yansıtan SCORAD indeksi ile olan ilişkisi araştırılmıştır.

Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Mayıs 2006-Mayıs 2007 tarihleri arasında polikliniğimizde AD tanısı alan, yaşları 2–15 yaş arasında 21’i erkek, 24’ü kız 45 hasta dahil edildi. Tüm hastalara yumurta, süt ve buğday unu ile FPT ve APT uygulandı. Hastalığın şiddeti SCORAD indeksi kullanılarak değerlendirildi. Çalışmanın istatistiksel analizinde SPSS sürüm 11.0. istatistik paket programı kullanıldı. P<0,05 ise istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.

Bulgular: Besinlerle yapılan FPT hastaların %32,5’inde pozitif, %67,5’inde negatif olarak bulundu. En yüksek besin FPT pozitifliği %20 ile buğday ununa karşı gözlendi. Besinlere karşı 21 (%56,8) hastada pozitif APT reaksiyonu vardı. Besinlerle en yüksek APT pozitifliği yumurtaya karşı (%54,1) gözlendi. SCORAD indeksi ile besin allerjenlerine karşı FPT pozitifliği arasında anlamlı ilişki gözlenmedi. Aynı şekilde besinlerle yapılan APT ile SCORAD indeksi arasında ilişki saptanmadı.

Sonuç: Çalışmamızda besinlerle allerji testleri pozitifliklerinin AD’nin klinik şiddetini yansıtan parametrelerle ilişkisi gözlenmedi. Özellikle besin APT sonuçlarına göre eliminasyon diyeti kararı vermenin uygun olmadığını düşünmekteyiz.
Background and Design: The relationship between food and atopic dermatitis (AD) is controversial. Atopy patch test (APT) gained prominence due to low specificity of “fresh prick tests” (FPT) with foods, commonly late occurrence of lesions in AD and, thus, the inconsistencies in anamneses, and being the provocative tests time consuming and risky, as well as due to the role of T lymphocytes in the pathophysiology of the disease. In this study, we investigated the relationship of APT and FPT made with food with SCORAD index assessing the disease severity.

Materials and Methods: Forty-five children (21 males and 24 females) aged between 2-15 years who were diagnosed with AD in our outpatient clinic between May 2006 and May 2007 were included in the study. FPT and APT with eggs, milk and wheat flour were performed in all patients. The severity of illness was assessed using the SCORAD index. Statistical analysis was performed using SPSS version 11.0 for Windows. A p value of less than 0.05 was considered statistically significant.

8.Knowledge, Beliefs and Attitudes of Psoriasis Patients About the Disease
Aslı Küçükünal, İlknur Kıvanç Altunay, Ezgi Aktaş, Gülşen Tükenmez Demirci
doi: 10.4274/turkderm.04468  Pages 103 - 108
Amaç: Bu araştırmanın amacı, psoriasis hastalarının hastalıklarıyla ilgili bilgilerini, görüş ve tutumlarını değerlendirmektir.

Gereç ve Yöntem: Çalışmaya polikliniğimize başvuran, 18 yaş üstü, klinik ve histopatolojik olarak kronik plak tipi psoriasis tanısı almış 111 hasta dahil edildi. Aktif psikiyatrik hastalığı olan ve zeka düzeyi anket sorularını yanıtlamak için yetersiz olan hastalar çalışmadan çıkarıldı. Hastaların sosyodemografik özellikleri ile psoriasis alan ve şiddet indeksi (PASİ) skorları kaydedildi. Hastalara, hastalıkları ve tedavi seçenekleri ile ilgili bilgi, tutum ve davranışlarını sorgulayan anket formu verildi. Elde edilen veriler istatistiksel olarak değerlendirildi.

Bulgular: Çalışmamıza 111 (45 kadın, 66 erkek) hasta katıldı. Hastaların %6,3’ü hastalığının tanısını bilmiyordu. Hastaların %68,5’i psoriasisin bulaşıcı bir hastalık olmadığını belirtirken %18’i ailevi geçişli bir hastalık olduğunu düşünüyordu. Hastaların %88,3’ü hastalıkları ile ilgili ilk bilgiyi doktordan aldığını, %62,2’si psoriasis ile ilgili yeterli bilgileri olduğunu, %51,4’ü doktorunun kendisine hastalığı ile ilgili yeterli ölçüde bilgi verdiğini söyledi. Hastaların %44,1’i stresin psoriasisi tetiklediğini biliyorken, %38,7’si hastalığı tetikleyici faktörleri bilmiyordu. Hastaların %70,3’ü psoriasisin tedavi edilmezse yayılacağına inanıyordu ve %82’si en çok yüz bölgesinde psoriasisin çıkmasından endişe duyuyordu. Hastalar en çok (%98,2) haricen uygulanan ilaçları tanıyordu. %5,4’ü eşleri veya evleneceği kişilerde psoriasis olmasının kendileri için sorun olacağını ifade etti.
Psoriasis hastalığının, arkadaş ilişkilerini, aile ilişkilerini, iş-çalışma aktivitelerini veya okul hayatlarını hiç etkilemediğini bildirenler sırası ile %72,1, %88,3, %72,1 oranında idi.

Sonuç: Bu araştırmanın sonucunda toplumumuzda psoriasis hastalarının hastalıkları hakkında yeteri kadar bilgi sahip olmadığı görülmüştür. Dermatologların, psoriasis hastalarının bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesi konusuna daha çok eğilmeleri gerektiğini düşünmekteyiz.
Background and Design: This study evaluates the patients’ knowledge, opinions and attitudes about psoriasis.

Materials and Methods: A total of 111 patients over the age of 18, clinically and histopathologically diagnosed with chronic plaque-type psoriasis were included in the study. Patients who have psychiatric illness and inadequate intelligence were excluded. A questionnaire including items on knowledge, opinions and attitudes on psoriasis were filled out by the patients and the results were analyzed statistically.

Results: One hundred-eleven (45 female, 66 male) patients were included in our study. 6.3% of patients did not know the diagnosis of their disease. 68.5% of patients thought that psoriasis was a contagious disease while18% thought that psoriasis was a hereditary condition. 88.3% of patients declined that they were informed about the disease by the doctor. 62.2% of patients believed that they had adequate information about psoriasis. 51.4% of patients believed that doctors gave them enough information about psoriasis. 44.1% of patients knew that psoriasis was aggravated by stress while 38.7% did not know any of the aggravating factors of psoriasis. 70.3% of patients believed that psoriasis would spread if not treated. Patients mostly (98.2%) had idea about topical treatment options. 82% of patients were afraid of having psoriasis on their face. 5.4% of patients were uncomfortable with the idea of their partners’ having psoriasis. 72.1%, 88.3%, 72.1% of patients reported no negative effect of psoriasis on their relations with friends, family members, work or school life, respectively

Discussion: Our results showed that psoriasis patients do not have adequate knowledge about the disease. We think that dermatologists should pay more attention to inform and raise awareness of patients with psoriasis.

9.Improvement in Attention and Executive Functions During Isotretinoin Treatment in Patients With Acne
Erdem Deveci, Ahmet Öztürk, İsmet Kırpınar, Ragıp İsmail Engin, Mehmet Melikoğlu, Selcen Caferoğlu Sakat, Muhammet Demir, Serpil Canpolat
doi: 10.4274/turkderm.93546  Pages 109 - 113
Amaç: Akne hastalarında dikkat, bellek, sözel beceriler ve yürütücü işlevler izotretinoin tedavisi öncesi ve sırasında değerlendirildi.

Gereç ve Yöntem: Elli iki tedavi almamış akne hastası ilk vizitte, kontrole gelen 24 hasta 2. vizitte değerlendirildi. Rey İşitsel Sözel Bellek Testi, İşitsel Üçlü Sessiz Harf Sıralama Testi, Kelime Çağrışım (KAS) testi, Sayı Uzam Testi, İz Sürme A ve B testleri ve Stroop Testinden oluşan test bataryası kullanıldı. Aynı zamanda DSM-IV Eksen I Bozuklukları İçin Yapılandırılmış Klinik Görüşme Formu (SCID-I), Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği ve Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği de uygulandı.

Bulgular: İlk değerlendirmeye göre ikinci görüşmede dikkat ve yürütücü işlevlerde düzelme saptandı. Sözel epizodik bellek, öğrenme, işlem belleği ya da kelime akıcılığında bir değişme saptanmadı (Sayı Uzamı İleri p=0,003, İz Sürme Testi-A p=0,002, İz Sürme Testi-B p=0,000, Stroop testi p=0,028).

Sonuç: İzotretinoinin bilişsel işlevler üzerindeki olumlu etkisi akne lezyonlarının azalması sonucu aknenin sosyal etkileri konusundaki zihinsel uğraşının azalmasına bağlanabilir.
Background and Design: We assessed attention, memory, verbal-linguistic ability, and executive functions in acne vulgaris patients before and during isotretinoin treatment.

Materials and Methods: Fifty-two treatment-naive acne patients at baseline and 24 at the second visit were evaluated. A neurocognitive battery including the Rey Auditory Verbal Learning and Memory Test, Auditory Consonant Trigram Test, Controlled Word Association Test, Digit Span Test, Trail Making Test A and B and the Stroop Test was used. The Structured Clinical Interview for DSM-IV Axis I Disorders (SCID-I), Hospital Anxiety and Depression Scale (HADS), and the Liebowitz Social Anxiety Scale (LSAS) were also applied.

Results: We found improvements in attention and executive functions at the second visit in comparison with the baseline evaluations. No alteration was found in verbal episodic memory, learning, working memory, and phonemic verbal fluency (Digit Span Forwards Test p=0.003, Trial Making-A Test p=0.002, Trial Making –B Test p=0.000, Stroop test p=0.028).

Discussion: The positive effects of isotretinoin on cognitive functions may be related to the decline in acne lesions and less mental occupation with the social impacts of acne.

CASE REPORT
10.Pseudobullous Anetodermic Pilomatricoma
Sevgi Akarsu, Turna İlknur, Melike Kibar, Özlem Özbağçıvan, Erdener Özer, Emel Fetil
doi: 10.4274/turkderm.83604  Pages 114 - 116
Pilomatrikoma (PM) kıl matriksi ve kıl şaftının primitif hücrelerinden köken alan; çoğunlukla baş, boyun ve üst ekstremitelerde görülen asemptomatik, yavaş büyüyen, benin bir deri tümörüdür. Tipik lezyon genellikle soliter, sert kıvamlı, üzeri normal veya eritemli deri ile örtülü, büyüklükleri 0,5 ile 3 cm arasında değişen, derin yerleşimli dermal veya subkutanöz nodül ile karakterizedir. Nadir görülen atipik PM formları içinde yer alan büllöz ve anetodermik PM formlarında lezyonların üzerinde büllöz görüntü oluşabilmektedir. Burada sağ kolunda üzerinde kalın duvarlı gevşek büllöz görünüm izlenen anetodermik PM’lı 11 yaşında bir kız olgu sunulmaktadır.
Pilomatricoma (PM) is an asymptomatic, slowly growing, benign skin tumour originating from primitive cells of the hair matrix and hair shaft and appears mostly on the head, neck, and the upper extremities. Typical lesion is usually characterized by a solitary, firm, deep-seated dermal or subcutaneous nodule, covered by normal or erythematous skin, and usually varying in size from 0.5 to 3 cm. Bullous appearance can occur on the lesions of bullous PM and anetodermic PM which are located in the rare atypical forms of PM. Here, we present an 11-year-old girl with an anetodermic PM on her right arm that showed thick-walled flaccid bullous formation over it.

11.Idiopathic Circumscripta Calcinosis Cutis of the Fingers
Ömer Çalka, Serap Güneş Bilgili, Ayşe Serap Karadağ, Gülay Bulut, Sevda Göçer Önder
doi: 10.4274/turkderm.90958  Pages 117 - 119
Kalsinozis kutis, çözünmeyen kalsiyum tuzlarının deride birikimi ile karakterize nadir bir hastalıktır. Etyolojisine göre metastatik, distrofik, idyopatik ve iyatrojenik olmak üzere dört tipi vardır. Kalsinozis kutisin patofizyolojisi bilinmemektedir. Distrofik kalsinozis kutis en sık görülen tip iken, idiyopatik tip çok nadir görülür. İdyopatik tip etyolojisinde herhangi bir neden bulunamayan ve ilaç kullanımıyla ilişkisi olmayan tiptir. Başlıca lokalize (sirkumskript) ve jeneralize (universalis) tipleri bulunmaktadır. Lokalize tip genellikle vulva, skrotum, penis ve memede yerleşmektedir. Kesin tanısı histopatolojik olarak deride kalsiyum birikiminin gösterilmesiyle ve klinik olarak diğer tiplerin dışlanmasıyla konulmaktadır. Etkili bir tedavisi bulunmamaktadır. Polikliniğimize başvuran 47 yaşındaki kadın olgunun ellerinde 30 yıldır var olan ağrısız, sarımsı beyaz renkte nodülleri mevcuttu. Olguya klinik ve histopatolojik bulgularla idiyopatik sirkumskript kalsinozis kutis tanısı konuldu. Olgumuz nadir görülen idyopatik sirkumskript kalsinozis kutisin farklı bir lokalizasyonda olması, lezyonlarının literatürde daha önce bildirilmeyen bir lokalizasyonda olması nedeniyle bildirilmektedir.
Calcinosis cutis is an uncommon disorder characterized by deposition of insoluble calcium salts in the skin. Based on the etiology of the deposition calcinosis cutis may be devided into four major groups namely metastatic, dystrophic, idiopathic, and iatrogenic. The pathophysiology of calcinosis cutis remains unclear. The dystrophic form is the most common whereas the idiopathic one is the rarest. Idiopathic calcinosis cutis occurs in the absence of any identifiable causes and is not associated with drug use. Idiopathic calcinosis cutis has two major types called localized (circumscript) and generalized (universalis). Localized type generally involves the vulva, scrotum, penis and breast. A definitive diagnosis requires the histologic demonstration of the accumulation of calcium in the skin and exclusion of other clinic types.There is not an effective treatment for the disease. A 47-year-old woman referred to our outpatient clinic for painless, yellowish-white nodules on her hand enduring for 30 years. A diagnosis of idiopathic calcinosis cutis was made by clinical and histological findings. We present this case because localization of lesions in our case was previously unreported in the literature to our knowledge.

12.Tufted Hair Folliculitis: A Case Report
İlknur Balta, Murat Baykır, Şahande Nur Yüksel, Müzeyyen Astarcı, Alev Eken, Meral Ekşioğlu
doi: 10.4274/turkderm.37233  Pages 120 - 122
Tufted folikülit (TF), saçlı derinin, tek bir folikül ağzından çok sayıda kılın çıkışı ve skatrisyel alopesi ile karakterize, kronik, ilerleyici, inflamatuvar bir hastalığıdır. On dört yaşında, kız çocuk, on yıldır devam eden saçlı deride akıntılı, kaşıntılı, iltihabi yaralar şikayetiyle polikliniğimize başvurdu. Dermatolojik muayenede, saçlı deride paryeto-oksipital bölgede, 15x25 cm boyutlarında, sklerotik plak zemininde, her bir dilate folikül ağzından 10-15 adet normal saçın dışarı çıktığı gözlendi. Histopatolojik inceleme ile TF tanısı kondu. Hastaya, 3 hafta boyunca verilen 600 mg/gün rifampisin, 1500 mg/gün sefaleksin, 1000 mg/gün vitamin C tedavisi etkili olmadı. Sonrasında 0,5 mg/kg/gün isotretinoin 6 ay süreyle verildi. Bu tedavi ile saçlı derideki inflamasyon ve eksudasyon azalırken, kümeleşmiş saçlar sebat ediyordu. TF tanısı konan bu olgu nadir görülmesi nedeniyle sunulmakta ve tedavisindeki güçlükler üzerinde durulmaktadır.
Tufted hair folliculitis (THF) is a recurrent and progressive folliculitis of the scalp that resolves with irregular areas of scarring alopecia within which numerous hair tufts emerge from dilated follicular openings. A 14-year-old female presented with pruritic, inflammatory and exudating wounds on the scalp which appeared ten years ago. Dermatological examination revealed tufts of 10 to 15 apparently normal hair shafts in a sclerotic plaque measuring 15x25 cm on the parieto-occipital region of the scalp that emerge through dilated follicular openings. The patient was diagnosed by histopathological examination as having THF. Oral rifampicin 600 mg/day, cephalexin 1500 mg/day and vitamin C 1000 mg/day for 3 weeks were not effective, then, he was treated with isotretinoin 0.6 mg/kg/day for six months. The inflammation and exudation decreased by this treatment while hair tufting was persisting. We report this case since THF is rarely encountered disease and is difficult to be treated.

13.Sulphasalazine Induced Hypersensitivity Syndrome
Seçil Saral, Bengü Nisa Akay, Hatice Şanlı
doi: 10.4274/turkderm.22590  Pages 123 - 125
İlaçla ilişkili hipersensitivite sendromu (İİHS), ilaç reaksiyonları arasında en tehlikelilerinden biridir. Sistemik organ tutulumları bu reaksiyonun mortalite ve morbiditesini arttırmaktadır. Lezyonlar en sık makülopapüler döküntü şeklinde ortaya çıkmakla birlikte, lezyon morfolojisi farklılık gösterebilir. Çoğunlukla aromatik antikonvulzanlarla ortaya çıkar. Ancak başka ilaçların da bu ilaç reaksiyonu patogenezinde rol oynayabileceği unutulmamalıdır. Erken tanı tedavide en önemli basamaktır. Burada sulfasalazin ile tetiklenen ve klinik olarak makülopapüler döküntüye eşlik eden püstüler lezyonlarla prezente olan bir İİHS olgusu sunmaktayız.
Drug-induced hypersensitivity syndrome (DIHS) is one of the most dangerous drug reactions. Mortality and morbidity is increased by consequent systemic organ involvement. Maculopapular eruptions are the most common lesions accompanying DIHS, however, the morphology of skin lesions may vary. The most common cause of DIHS is the use of aromatic anticonvulsant drugs. However, one must not forget that other drugs may also cause DIHS. Early recognition of the condition is the most important step in the treatment. Herein, we present a case of DIHS triggered by sulphasalazine and associated with pustular eruption and maculopapular eruption.

WHAT IS YOUR DIAGNOSIS?
14.
Tanınız nedir?
İlknur Balta, Celile Gülfer Akbay, Alev Eken, Müzeyyen Astarcı, Hatice Meral Ekşioğlu
Pages 126 - 127
Beş yaşında, kız çocuğu, her iki el üzerinde, yüzde ve karın bölgesinde yaralar şikayetiyle polikliniğimize başvurdu. Hikayesinde bu yaraların altı aylıkken başladığı, her iki el üzerindeki yaraların hiç gerilemediği, ancak yüz ve karın bölgesindeki yaraların dört-altı hafta içerisinde gerilediği, bir süre sonra, aynı bölgeden veya farklı bir bölgeden yaraların tekrarladığı öğrenildi. Aile öyküsü yoktu. Dermatolojik muayenesinde, her iki el dorsumunda yedi-sekiz adet, yüzde dört-beş adet, abdomen ön yüzünde ise çok sayıda 0,3-0,6 cm arasında çapları değişen, eritemli veya kahverengi, bazıları kurutlu, bazıları deriye yapışık keratotik tıkaç içeren papüler lezyonları mevcuttu (Resim 1,2). Bu lezyonlardan histopatolojik inceleme için biyopsi alındı (Resim 3,4). Tanınız nedir?

FROM THE DEPTHS OF DERMATOLOGY
15.History of the 20th Congress Century, the Turn
Ekin Şavk
Pages 128 - 129
Abstract |Full Text PDF

LookUs & Online Makale