Turkderm-Turk Arch Dermatol Venereol: 38 (2)
Volume: 38  Issue: 2 - 2004
Hide Abstracts | << Back
EDITORIAL
1.
Tıpta Uzmanlık Tüzüğü Taslağı ile İlgili Öneriler

Page 100
Abstract | Full Text PDF

DERLEME
2.Helicobacter pylori and related skin diseases
Fatma Aydın, Nilgün Şentürk, Tayyar Cantürk, Ahmet Yaşar Turanlı
Pages 102 - 105
Son yıllarda yapılan çalışmalarda, Helicobacter pylori enfeksiyonunun kardiyovasküler, hematolojik, karacier ve deri hastalıkları gibi gastrik hastalıklar dışındaki bazı hastalıklarla ilişkili olduğu gösterilmiştir. Biz de burada Helicobacter pylori enfeksiyonunun deri hastalıklarındaki rolünü gözden geçirmeyi amaçladık.
In the past few years, a huge number of studies have reported an association between Helicobacter pylori infection and several extra-gastric conditions, including cardiovascular, hematologic, liver and skin diseases. We aimed to review the role of Helicobacter pylori infection in the skin diseases.

ARAŞTIRMA
3.Hyperandrogenism and policystic ovary syndrome in 59 women with androgenetic alopecia
Murat Borlu, Ümit Ukşal, Serap Utaş, Fahri Bayram, İpek Müderris
Pages 106 - 110
Androgenetik alopesi hem erkek hem de kadınlarda en sık saç kaybı nedenidir. Gelişiminde genetik faktörler ve androjenler sorumludur. Hirsutizm, akne, sebore gibi diğer hiperandrojenemik bulgular ve hormonsal değişikliklerle birlikte görülebilir. Polikistik over sendromu kadınlardaki en sık hiperandrojenemi sebebidir. Biz çalışmamızda androgenetik alopesili kadınlarda hiperandrojenemik diğer bulguları, hormonsal ve metabolik değişiklikleri ve ayrıca polikistik over sendromunu araştırdık. Hirsutizm %40, akne %20, sebore %25 oranında saptandı. Bazı hastalarda androjen ve lipid değerlerinde yükselme görüldü. Klinik olarak hastaların %37’sine polikistik over sendromu tanısı konuldu. Sonuç olarak kadınlarda androgenetik alopesi, hiperandrojenemi ve hiperandrojenemik bulgularla birlikte olabilir bu amaçla polikistik over sendromu gibi hormonsal nedenler araştırılmalıdır.
Background and design: Androgenetic alopecia (AGA) is an androgen dependent and genetically mediated type of alopecia. It is the most frequent cause of hair loss. Androgen mediated symptoms such as seborrhea; acne, hirsutism and AGA may be related to polycystic ovary syndrome (PCOS) in women. In this study, the percentages of other androgen dependent symptoms and PCOS were detected in women with AGA. MATERIALS-METHODS: This study included 59 women between the ages of 16-40 with AGA. Dermatological and gynecological examination and pelvic ultrasound were performed. Serum glucose, lipids, liver and kidney function tests and hormonal tests were measured. RESULTS: Hirsutism was present in 40%, acne in 20%, and seborrhea in 25%, and PCOS in 37% of 59 women with AGA. Some patients had dyslipidemia and some had hyperandrogenism. CONCLUSION: Androgen dependent symptoms were important in AGA patients. The most important coincidence with AGA is hirsutism. Although hormonal profile showed minimal abnormalities in our patient groups, PCOS incidence was higher. In this respect, every patient with AGA must be evaluated about hyperandrogenemia and PCOS.

4.The effects of long term cyclosporine A therapy on renal functions in Behçet’s disease
Hayriye Sarıcaoğlu, Emel Bülbül Başkan, Semra Çıkman, Kamil Dilek, Şükran Tunalı
Pages 111 - 115
Siklosporin A üzerinde çok araştırılma yapılan immunmodülatör ajanlardan biridir ve bugün immunolojik olarak tetiklenmiş birçok dermatolojik hastalığın tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Siklosporin A’nın terapotik etkinliği, T hücrelerinden lenfokin üretiminin baskılamasına dayanmaktadır. ‹mmunolojik etkilerinden dolayı bu ilaç özellikle nörolojik ve göz tutulumu ile seyreden Behçet hastalığında sıklıkla tercih edilmektedir.
Bu kronik hastalık remisyon ve alevlenmelerle seyrettiğinden ilaç tedavisi de uzun süreli olmaktadır. Dermatolojik hastalıklarda siklosporin A’nın uzun süreli kullanımının güvenilirliği konusunda sınırlı sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmada, böbrek tutulumu olmayan Behçet hastalığında siklosporin A’nın uzun süre kullanımını değerlendirmeyi amaçladık. Oküler Behçet hastalığı nedeniyle en az bir yıl süreyle siklosporin A tedavisi alan toplam 19 hasta çalışmaya alındı. Bu retrospektif çalışmada, renal parametrelerdeki değişiklik (kreatinin klirensi, serum kreatinini), diğer yan etkiler ve bunların siklosporin A’nın kümülatif dozu ile ilişkisi değerlendirildi. Siklosporin A tedavisinin süresi ve total dozun renal fonksiyon parametreleri üzerinde anlamlı etkisi olmadığı ancak klinik olarak yan etkilerde artış olduğu gözlendi. Sonuç olarak renal fonksiyonlar üzerine olan bulgularımız böbrek biyopsileri ile desteklenmelidir.
Background and design: Cyclosporine A, one of the most extensively investigated immunomodulatory agents, has been widely used today in the treatment of various immunologically triggered dermatologic disorders. The immunologic basis for the theuropeutic action of Cyclosporine A depends on the suppression on T cells lymphokine production. Due to its immunologic effects, this drug is also commonly preferred in Behçet’s Disease(BD) especially with neurologic and ocular involvement. Since this chronic disease course with remissions and exacerbations, the drug therapy should be long term. There are limited amounts of study regarding the safety of Cyclosporine A in dermatologic disease on the long term use. In this study, we aimed to evaluate the long-term use of Cyclosporine A in BD without renal involvement. A total of 19 patients with ocular BD receiving Cyclosporine A therapy for at least one year were included in the study. MATERIAL-METHODS: In this retrospective study, the change in parameters of renal function (creatinine clearance, creatinine level in serum), other side effects and their relation with cumulative Cyclosporin A dosage were evaluated. RESULTS: The duration of Cyclosporin A therapy and total dosage were not found to have a significant affect on the parameters of renal function but depending on the clinical observations the side effects seem to increase. CONCLUSION: We conclude that our results on renal function should be supported by renal biopsies.

5.Erysipelas and tinea pedis
Kıymet Baz, Ayça Cordan Yazıcı, Dilek Üstünsoy, Güliz İkizoğlu
Pages 116 - 119
Erizipel genellikle A grubu streptokokların neden olduğu, derinin akut yüzeyel bir infeksiyonudur. Hastalığın klasik yerleşim yeri olan yüzde görülme sıklığı azalırken, alt ekstremitelerde görülme sıklığı artmaktadır. Hastalık için alt ekstremitelerde dolaşım bozukluğu, immünyetmezlik, diabetes mellitus ve tinea pedis gibi çeşitli kolaylaştırıcı faktörler bildirilmiş olmakla birlikte, tinea pedisin rolünün irdelendiği az sayıda çalışma mevcuttur. Bu çalışmada bir grup erizipelli hastada predispozan faktörlerin belirlenmesi ve özellikle tinea pedis ile erizipel arası ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Bu amaçla 21 kadın, 23 erkek toplam 44 erizipelli hasta klinik ve epidemiyolojik özellikleri açısından değerlendirilmiştir. Erizipel lokalizasyonu 32 hastada alt ekstremite, 6 hastada yüz, 5 hastada üst ekstremite, 1 hastada ise gövde idi. Alt ekstremitede erizipeli olan 32 hastanın 20’sinde (%62,5) tinea pedis tespit edilirken bunlardan 14’ünde (%70) tinea pedis tek predispozan faktör iken kalan 6 hastada venöz yetmezlik, diyabet, alkol ya da nikotin bağımlılığı gibi başka bir predispozan faktörün de eşlik ettiği tespit edildi. Sonuç olarak erizipel için alt ekstremite en sık yerleşim yeri, tinea pedis ise en sık predispozan faktör olarak tespit edilmiştir. Dolayısıyla tinea pedis, özellikle sık görüldüğü sıcak iklimlerde, erizipel için bir risk faktörü olabilir. Halk sağlığı açısından tinea pedisin tespit ve tedavisi erizipelin önlenmesinde önemlidir.
Background and Design: Erysipelas is an acute, superficial infection of the skin, generally caused by group A streptococci. The epidemiology has changed, with an increase of the number of erysipelas of the lower leg whereas face localization is less frequent. Several predisposing factors have been described for the disease such as circulatory insufficiency of the legs, diabetes mellitus, immunsupression, and tinea pedis, but there are only a few studies focused on the role of tinea pedis as a predisposing factor. The aim of this study was to establish clinical characteristics and predisposing factors for erysipelas and particularly how tinea pedis and erysipelas are related to this condition. MATERIAL-METHOD: Forthy-four clinically well-defined cases of erysipelas were included in this study. All patients were analysed for clinical and epidemiological findings. RESULTS: The cases comprised 21 women and 23 men. Of the 44 patients, 32 had erysipelas of the lower legs, whereas 6, 5 and 1 had lesions of the face, upper limb and trunk, respectively. Out of 32 patients with erysipelas localized on lower legs, 20 (%62,5) had tinea pedis. Of these 20 patients, 14 (%70) had only tinea pedis as a predisposing factor and the rest had more than one predisposing factor such as venous deficiency (n=1) on the lower legs, diabetes mellitus (n=3), alcoholism (n=2), and nicotine abuse (n=4). CONCLUSION: The lower legs were the most frequently involved areas for erysipelas, and tinea pedis was identified as the major predisposing factor for erysipelas. Tinea pedis is a risk factor for erysipelas, mainly in tropical countries as ours where its prevelance is high. From a public health perspective, detecting and treating tinea pedis should be evaluated in the secondary prevention of erysipelas of the leg.

6.Clinical profile of patients with chronic graft versus host diesaes related oral lichenoid lesions
Hatice Şanlı, Esin Özdemir, Mutlu Arat, Pelin Koçyiğit, Ender Soydan, Hamdi Akan
Pages 120 - 123
Ülkemizde pek çok merkezde allojeneik hematopoietik kök hücre transplantasyonu (AKHT) gerçekleştirilmektedir. AKHT’nin en önemli komplikasyonlarından biri kronik graft versus host hastalığıdır (KGVHH). Bu çalışmada, KGVHH’na bağlı olarak oral mukozada gelişen likenoid lezyonların klinik özelliklerinin analiz edilmesi amaçlanmıştır. Hematopoietik Kök Hücre Nakil Ünitesinde 1996-2002 yılları arasında HLA uyumlu vericiden AKHT yapıldıktan sonra, KGVHH’na bağlı olarak oral likenoid lezyonların geliştiği 25 hastanın kayıtları incelendi. Hastalar ortalama olarak 25.48±17.21 ay (6-70 ay arası) izlendi. Çalışmaya alınan hastaların 13’ü kadın, 12’si erkek olup yaş ortalamaları 30.6±8.84 (17-46 yaş arası) idi. Oral likenoid lezyonların AKHT’dan ortalama 8.5±5.63 ay (1-24 ay arası) sonra ortaya çıktığı saptandı. Lezyonlar en çok beyaz plak, daha az olarak erozyon-ülser, eritem ve beyaz retiküler çizgilenme şeklinde izlendi. Lezyonların en sık yerleşim yeri, bukkal mukoza olup, bunu dudak mukozası, dil, dişeti ve orofarenks izlemekte idi. Hastaların yaklaşık olarak yarısı asemptomatik iken diğerleri kserostomi, ağrı ve/veya çiğnemede zorluktan yakınmakta idi. Hastaların 3’ünde kutanöz lezyon olmaksızın sadece oral lezyon izlenirken, 22’sinde KGVHH’nın likenoid tipte kutanöz tutulumu da mevcutu. Bu hastaların 3’ünde (%13.6) oral lezyonlar kutanöz tutulumdan 1-3 ay önce ortaya çıkmıştı. İzlemleri sırasında 25 hastanın 22’sinde oral lezyonların yanı sıra KGVHH’nın diğer organ (karaciğer, göz, akciğer, gastrointestinal sistem veya böbrek) tutulumları da saptandı. AKHT sonrasında, hastaların önemli bir kısmında KGVHH’nın bir bulgusu olarak ortaya çıkan oral likenoid lezyonlar farklı klinik şekillerde görülebilmekte ve bu hastaların çoğunda tabloya yaygın KGVHH eşlik etmektedir. Oral likenoid lezyonlar, KGVHH’nın erken tanısı ve tedavisi açısından önemli bir yol göstericidir. Bu nedenle, lezyonların çeşitli klinik özelliklerde olabildiği hatırda tutularak, AKHT yapılan tüm hastalara asemptomatik dahi olsalar periyodik olarak oral mukoza muayenesi yapılmalıdır.
Background and design: In this study, clinical profile of patients who had undergone allogeneic hematopoietic stem cell transplantation (AHCT) and later developed chronic graft versus host disease (CGVHD) related oral lichenoid lesions are analysed. MATERIALS-METHODS: Records of 25 patients who received AHCT between years 1996 to 2002 from HLA matched sibling donors at the stem cell transplantation unit were analysed. Patients were followed-up for a mean time of 25.48±17.21 months (range: 6-70). RESULTS: Of the 25 patients 13 were female and 12 were men. Mean age was 30.6±8.84 (range: 17-46) at the time of AHCT. Oral lichenoid lesions developed after 8.5±5.63 months (range: 1-24) folllowing the transplantation. White plaque was the most frequent manifestation and buccal mucosa was the most affected localisation. Approximately half of the patients were asymptomatic while the others had pain, xerostomia or difficulty in swallowing. Three of the patients had only oral lesions without cutaneous involvement of CGVHD; 22 patients had both oral and cutaneous lichenoid CGVHD. Of these 22 patients, 3 (%13.6) patients developed oral lesions 1-3 months before the onset of cutaneous disease. During follow-up, 22 of the 25 patients also had other organ involvements (liver, eye, lung, gastrointestinal system, kidney) of CGVHD. CONCLUSION: CGVHD related oral lichenoid lesions, which may appear in different clinical forms, are important in the early diagnosis and treatment of CGVHD. Besides, oral lesions are accompanied by widespread CGVHD in a great majority of patients. We suggest that oral mucosa examinations should be periodically performed in all patients including asymptomatic ones who undergo AHCT.

7.Dowling-Degos disease: clinical and histopathological findings of 6 cases
Ayşe Tülin Mansur, Sevil Gündüz, Tülin Uygur, Nilüfer Akgün, Fügen Aker
Pages 126 - 133
Dowling-Degos hastalığı (DDH), esas olarak fleksural bölgeleri ilgilendiren retiküler hiperpigmentasyon, hiperkeratotik folliküler lezyonlar ve ağız çevresinde çökük noktasal skarlar ile karakterize, otozomal dominant geçişli, nadir görülen bir genodermatozdur. Son yıllarda başta Kitamura’nın retiküler akropigmentasyonu (KRA) olmak üzere başka bazı tabloların da bu hastalığın değişik görünümleri olabileceği ve bunların bir spektrum içinde değerlendirilmeleri gerektiği belirtilmektedir. Bu yazıda 4’ü KRA’ya ait bazı bulgulara da sahip olan 6 DDH olgusunun klinik ve histopatolojik özellikleri belirtilmiştir. Hepsi kadın olan olgularda hastalığın başlangıç yaşı ortalama 21.2 olarak hesaplanmış, 3 olguda aile öyküsü pozitif bulunmuştur. Olguların 1’inde sadece vulva tutulumu görülmüş, 2 olguda ise daha önce DDH için bildirilmemiş olan palmoplantar keratoderma saptanmıştır. Olguların 3’ünde yumuşak fibromlar, 1 olgunun kendisinde, 2 olgunun ise ailesinde fronküloz varlığı dikkati çekmiştir. Tüm olgularda DDH veya KRA için tanımlanan tipik histopatolojik özelliklere rastlanmıştır.
Background and design: Dowling-Degos disease (DDD) is a rare genodermatosis with an autosomal dominant inheritance pattern, characterized by reticular hyperpigmentation, hyperkeratotic follicular lesions and perioral pitted scars. In recent years, it is postulated that a group of different genodermatoses including reticulate acropigmentation of Kitamura (RAK), are different expressions of a single disease and should be regarded in a spectrum of a complex entity. MATERIALS-METHODS: Here, 6 cases of DDD, which 4 of them also showing some features characterizing RAK, are presented. All the patients were women, and the average age of disease onset was found to be 21.2. RESULTS: Three cases had family history of similar pigmentation. In 1 case, lesions were confined to vulva, 2 of the other cases showed palmoplantar keratoderma which has not been described with DDD before. Three cases demonstrated soft fibromas, 1 case had active lesions of furoncules and 2 additional cases described furonculosis in their family. The histopathological examinations revealed typical findings of DDD and RAK in all patients.

OLGU BİLDİRİSİ
8.Granulocytic sarcoma
Tülin Mansur, İkbal Esen Aydıngöz, Gülşen Tükenmez Demirci, Sevil Gündüz, Önder Peker
Pages 136 - 139
Granülositik sarkom (GS), immatür granülositlerin oluşturduğu nadir rastlanan bir tümördür. Hematolojik malinite tanısı almış hastalarda görülebilir veya bu hastalıkların ilk işareti olarak ortaya çıkabilir. Burada, daha önce bilinen bir patolojisi olmayan ve ilk olarak deri lezyonlarıyla başvuran bir GS olgusu sunulmaktadır. Elli iki yaşında kadın hasta, kol ve bacaklarında 18 ay önce oluşan asemptomatik deri lezyonları ile kliniğimize başvurdu. Son bir hafta içinde sırtında yeni lezyonların çıktığı öğrenildi. GS tanısı, hiç bir kemik iliği tutulum bulgusu olmaksızın, yapılan ayrıntılı bir araştırma sonucunda kesinleşti. Kontrollerine gelmeyen hasta, 6 ay sonraki başvurusunda, kan tablosu bulguları ile akut miyeloid lösemi (AML) tanısını aldı. Hasta genel durumunun hızla kötüleşmesi üzerine hiçbir tedaviye başlanamadan kaybedildi. Granülositik sarkomun, erken evrede sistemik tutulum olmaksızın, dermatologlar tarafından tanınması önemlidir. AML kötü prognozlu bir hastalıktır. GS’de tedavinin yeri tartışmalı olmasına rağmen, tedaviye başlamanın, löseminin ortaya çıkış süresini uzattığı öne sürülmektedir. Bu nedenle, erken tanı ve tedavi, bu hastaların prognozlarını iyileştirmeye yardımcı olabilir.
Granulocytic sarcoma (GS) is a rare tumor of immature granulocytes. It is associated with a number of hematologic malignancies either as the first sign of the disease or during the course of the disease. We report a case of GS presenting with skin lesions without a known hematologic pathology. A 52-year-old woman presented with asymptomatic skin nodules on her arms and legs which have appeared 18 months ago. New lesions have erupted on her back within one week prior to her admission. A thorough evaluation confirmed a diagnosis of GS without any sign of overt bone marrow involvement. She was lost to follow-up for six months. Then she referred again and an acute myelogenous leukemia (AML) was diagnosed. Following a quick deterioration in her condition, she was lost before any treatment could be started. Recognition of GS by the dermatologist at an early stage without systemic involvement is important. AML is associated with a poor prognosis. Though treatment is controversial in GS, it has been suggested to prolong the aleukemic period. Hence early treatment may help to improve the prognosis of these patients.

9.A case of giant nevus lipomatosus superficialis
Tuğba Rezan Ekmekçi, Adem Köşlü, Damlanur Sakız
Pages 140 - 142
Nevus lipomatozus süperfisiyalis, dermisde ektopik adipoz doku ile karakterize, nadir görülen nevoid bir anomalidir. Bu makalede 11 yaşında kız çocuğunda görülen dev nevus lipomatozus süperfisiyalis vakası sunulmaktadır.
Nevus lipomatosus superficialis is regarded as an unusual nevoid anomaly characterized by ectopic adipose tissue in the dermis. A 11-year-old girl with giant nevus lipomatosus superficialis is presented in this paper.

10.Unilateral axillary acanthosis nigricans associated with acral vitiligo
Fatih Göktay, A. Tülin Mansur, Sevil Gündüz, Kürşat Yıldız
Pages 143 - 145
Akantozis nigrikans kıvrım bölgelerine yerleşme eğiliminde olan hiperpigmentli, kadifemsi ve verrüköz plaklarla karakterizedir. Hastalık endokrin bozukluklar, bazı ilaçlar, genetik sendromlar ve malinitelerle ilişkili olabileceği gibi, otozomal dominant geçişli kalıtsal bir tablo olarak da görülebilir. Akantozis nigrikans ve vitiligo beraberliğini bildiren az sayıda yayın bulunmaktadır. Akantozis nigrikans lezyonları hemen her zaman çift taraflı ve simetrik yerleşimlidir. Tek taraflı yerleşim nevoid bir gelişim şeklinde değerlendirilmektedir. Burada, her iki el sırtında vitiligo lezyonları ve tek taraflı aksiller akantozis nigrikansı bulunan 21 yaşında bir kadın olgu sunuldu. Diğer kıvrım bölgelerinde benzer lezyonların olmadığı hastada obezite, ilaç alımı ve aile öyküsü yoktu. Yapılan biyokimyasal, hematolojik ve radyolojik incelemelerde endokrin bozukluk veya malinite bulgularına rastlanmadı. Klinik ve laboratuar bulguları ışığında nevoid akantozis nigrikans tanısı alan olgu, vitiligo ile akantozis nigrikans birlikteliğinin yeni bir örneği olarak değerlendirildi.
Acanthosis nigricans is characterized by hyperpigmented, velvety and verrucous plaques with a predilection for flexures. It has been associated with endocrine disturbances, malignancies, administration of certain drugs, genetic syndromes and autosomal dominant transmission. The association of acanthosis nigricans with vitiligo has rarely been described. Acanthosis nigricans is always bilateral; unilateral localisation of the
lesions is considered to be a nevoid process. Here, we report a 21-year-old woman with unilateral axillary acanthosis nigricans associated with acral vitiligo lesions on both of her hands. Other intertriginous areas were intact. She was not obese and did not
describe drug intake or family history of similar skin lesions. Routine hematologic, biochemical and radiologic investigations showed no evidence of endocrinologic disorder or malignancy. According to the clinical and laboratory findings, nevoid acantosis nigricans was diagnosed, and we concluded that our case was another example of acantosis nigricans associated with vitiligo.

LETTER TO THE EDITOR
11.
Lökonişi Totalis
Tuğba Rezan Ekmekçi, Adem Köşlü
Pages 146 - 147
Abstract | Full Text PDF

TURKDERM-6637
12.
Dermaskopi Kursu
Emine Derviş
Page 148
Abstract | Full Text PDF

13.
Türkçe Tıp Terimler Çalıştayı Sonuç Bildirgesi

Page 149
Abstract | Full Text PDF

14.
Haber Sayfası

Page 150
Abstract | Full Text PDF

NEW PUBLICATIONS
15.
Yeni Kitaplar

Page 151
Abstract | Full Text PDF