Turkderm-Turk Arch Dermatol Venereol: 43 (3)
Volume: 43  Issue: 3 - 2009
Hide Abstracts | << Back
EDITORIAL
1.Thoughts on Citation, Citation Analysis of the Articles Published in International Dermatology Journals by Turkish Dermatologists and the Top-Cited Articles
Deniz Seçkin
Pages 79 - 82
Abstract | Full Text PDF

REVIEW ARTICLE
2.Narrowband Ultraviolet B Treatment in Skin Diseases Beyond Vitiligo, Psoriasis and Mycosis Fungoides
Dilek Seçkin, Ertan Yılmaz
Pages 83 - 88
Dar bant ultraviyole B, nonspesifik immunmodulatuar etkileri ile pek çok deri hastalığı için potansiyel bir tedavi seçeneğidir. Psoriasis ve vitiligodaki etkileri çok sayıda çalışmada gösterilmiş, özellikle psoriasiste dar bant ultraviyole B tedavi protokolleri geliştirilmiştir. Ayrıca, pratikte sık karşılaşılan birçok hastalıkların tedavisinde de ilk basamaklarda tercih edilen bir yöntem haline gelmiştir. Ancak, bu hastalıklardaki etkinliği çok iyi bilinmemektedir. Burada, atopik dermatit, pitriyazis likenoides, liken planus, kaşıntı, kronik ürtiker, semptomatik dermografizm ve polimorf ışık erüpsiyonunda dar bant ultraviyole B’nin etkinliği, literatür bilgileri ışığında tartışılacaktır.
Narrowband ultraviolet B, with its nonspecific immunmodulatuar actions, is a potential treatment alternative in many skin diseases. Various studies have shown its effects in psoriasis and vitiligo, treatment protocols have been developed especially for psoriasis. Apart from these, narrowband ultraviolet B is used as first-line therapy in skin conditions that are common in clinical practice. However, its efficacies in such diseases are not very well-known. The effects of narrowband ultraviolet B in atopic
dermatitis, pityriasis lichenoides, lichen planus, pruritus, chronic urticaria, symptomatic dermographism and polymorphic light eruption are discussed here in light of the literature data.

ORIGINAL INVESTIGATION
3.Measuring Trust Component in Patient-Physician Relationship in Dermatology
Sadık Yılmaz, Vahide Baysal Akkaya
Pages 89 - 94
Amaç: Güven, hasta ile hekim arasındaki ilişkinin temelini oluşturmaktadır. Bu çalışmanın amacı, hastaların hekimleriyle olan iletişiminde güven seviyelerini ve bunu etkileyen unsurları tespit ederek hasta-hekim ilişkisindeki güven unsurunu geliştirmek için öneriler sunabilmektir.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 305 hasta katılmıştır. Hastaların demografik ve sosyo-ekonomik özelliklerini, hekimlerine güven ve dermatoloji bölümüne olan memnuniyet düzeyleri ile hasta-hekim ilişkisi hakkındaki görüşlerini değerlendirebilmek için bir anket formu hazırlanmıştır. Anket verilerinin analizinde istatistik paket programlarından SPSS 15.0 (Statistical Package of Social Science) kullanılmıştır.
Bulgular: Çalışmamıza katılan hastaların hekimlerine güven seviyesi (5 üzerinden) ortalama 3,72±0,54 olarak bulunmuştur. Bu da hastaların hekimlerine orta derecenin üzerinde güven duyduğunu göstermektedir. Hasta-hekim ilişkisinde güven düzeyi ile hastanın yaş, cinsiyet ve gelir gibi sosyo-demografik özellikleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmamaktadır. Hastaların memnuniyeti ise yine ortalama 4,17±0,65 olarak bulunmuştur. Güven ile memnuniyet arasında pozitif yönde ve güçlü bir ilişki vardır. Anketin açık uçlu sorularından elde edilen verilere göre hastaların hekimlerini seçerken daha çok hekimin bilgisine, güler yüzlü oluşuna dikkat ettikleri tespit edilmiştir. Hasta-hekim ilişkisinde en önemli unsurun güven olduğu belirtilmiştir. Hastaların; bilgili, sempatik ve dürüst hekimlere daha çok güvendikleri bunun yanında güvensizlik yaratan hekim davranışları olarak ilgisizlik, saygısızlık ve hastaya yeteri kadar bilgi verilmemesi tespit edilmiştir.
Sonuç: Literatürde bu konu oldukça çok araştırılmasına rağmen bizim çalışmamız ülkemizde tespit edebildiğimiz kadarıyla dermatoloji alanında yapılan ilk güven ölçme çalışmasıdır. Birçok kronik hastalığa sahip olan dermatolojide hastaların tedaviye uyumlarını ve aynı hekim ya da merkeze devamlarını sağlamak güven temini ile olabilmektedir. Bu nedenle hasta-hekim ilişkisinde güven unsuru gözardı edilmemeli ve güvensizlik yaratacak tutum ve davranışlar içerisinde bulunulmamalıdır.
Background and Design: Patient’s trust is an essential component of the patient-physician relationship. The aim of this study was to measure the level of trust of the patients in physicians, to determine factors affecting trust level and to propose some suggestions in order to improve trust component in patient-physician relationship.
Material and Method: Three hundred five patients participated in the survey. A questionnaire was prepared to evaluate the level of patients’ trust in physician and satisfaction to the dermatology department and patients’ socio-demographic variables. Analyses of data obtained from questionnaires were performed using SPSS (Statistical Package of Social Science), version 15.0.
Results: Patients have an average of 3.72±0.54 trust level (out of 5) in their physicians. This reveals the patients have a trust slightly above the medium level for their physicians. There are no statistically significant relationships between the trust level and other socio-demographic variables such as age, sex and income. Patients’ satisfaction level towards the dermatology department was 4.17±0.65. There was a positive and statistical significantly correlation between trust and satisfaction. Patients choose more cheerful and well-informed physicians. Trust had been determined as an important factor in the patient-physician relationship. Patients trust well-informed, sympathetic and honest physicians. Nevertheless, disrespectfulness and lack of information had been determined as the most distrusted physician behaviors.
Conclusion: Although there are many studies to evaluate this subject in the literature as far as we determine this is the first study in dermatology practice in Turkey. Because there are many chronic diseases in dermatology to provide concordance of patients’ treatment and continuity to same physicians or medical clinics may be obtained by building the patient’s trust. In this sense, trust component in patient-physician relationship in dermatology must not be neglected. Also must be avoided for the distrusted attitudes and behaviors.

4.Our Clinic Experience with Infliximab in Cases with Moderate-Severe Psoriasis: A Retrospective Study
Emel Bülbül Başkan, Zerrin Yazıcı Öztürk, Hatice Erdem, Hayriye Sarıcaoğlu
Pages 95 - 99
Amaç: Bu çalışmada kliniğimizde takip edilen klasik tedavilere dirençli, farklı formlardaki orta-şiddetli psoriazis olgularında infliksimab tedavisinin etkinliğini, güvenilirliğini ve yan etkilerini değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Kliniğimizde 2006-2008 yılları arasında klasik tedavilere dirençli ve infliksimab tedavisi verilen 26 psoriazis olgusunun demografik ve klinik özellikleri, PASI skorundaki değişimler, tedavi süreleri, etki ve yan etkiler hasta dosyalarından geriye dönük olarak incelendi.
Bulgular: Olgularımızın 15’i kadın, 11’i erkek olup yaşları 18-70 yıl (45,2±12,9) arasında değişmekte idi. Olguların 17’sinde plak tipi psoriazis, ikisinde eritrodermik, beşinde generalize püstüler ve ikisinde palmoplantar püstüler psoriazis mevcuttu. On üç olguya psoriatik artropati eşlik etmekteydi. Olguların hepsinde infliksimab tedavisi 5 mg/kg dozunda, iv yolla, 0, 2, 6. haftalar ve takiben 8 haftada bir uygulandı. İnfliksimab seans sayısı 2-16 ve tedavi süresi 1-28 ay arasında değişmekte idi. Tedavi öncesi ve indüksiyon tedavisi sonrası PASI’deki iyileşme istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05). Tek başına infliksimab alan olgularda ortalama 22. haftalarda hastalık aktivasyonu nedeniyle ek tedaviler verildi. Olguların %15,4’ünde ilaca bağlı alerjik reaksiyonlar gözlendi.
Sonuç: İmmün baskılayıcı tedavilere yanıtsız olan ya da yan etkiler nedeniyle bu tedavilerin kullanılamadığı durumlarda jeneralize, eritrodermik ve/veya püstüler psoriazis olgularında infliksimab tedavisinin hızlı bir klinik etki sağladığı görüldü. Ancak akut alerjik reaksiyonlar ve monoterapi uygulanan olgularda aktivasyon açısından dikkat edilmesi gerektiği sonucuna varıldı.
Background and Design: In this study, we aimed to evaluate the efficacy, safety and side effects of infliximab therapy in patients followed up in our clinic with moderate-severe psoriatic patients unresponsive to conventional therapies.
Material and Method: Twenty-six psoriasis patients who were given infliximab therapy in our clinic between years 2006-2008, were retrospectively analyzed for their demographical clinical features, changes in PASI score, duration, efficacy and adverse effects of the therapy.
Results: There were 15 female and 11 male psoriasis patients; ages ranging from 18 to 70 years (45.2±12.9). 17 of them were diagnosed as generalize plaque type psoriasis, 2 as eritrodermic psoriasis, 5 as generalize pustular, two of them as palmoplantar pustular psoriasis. Thirteen have associated psoriatic arthritis. All patients received 5 mg/kg intravenous infliximab infusion at weeks 0, 2, and 6, followed by every 8 weeks. Number of infliximab therapy sections was ranging from 2 to 16 and duration of treatment from 1 month to 28 months. Improvement in PASI between pretreatment and after induction therapy was statistically significant (p<0.05). Additional systemic treatment for disease activation was applied to patients receiving infliximab monotherapy at 14.-38. weeks. We observed allergic infusion reactions in 15.4% of the patients.
Conclusion: In compatible with data in literature, we found that infliximab therapy provides a rapid clinical response in patients (generalized, eritrodermic and/or pustular psoriasis) who are unresponsive to immunosupressive agents or in cases which these treatment modalities cannot be used because of side effects.

5.Serum Resistin Levels in Behcet’s Disease Patients and Correlation with Disease Activity
Semih Tatlıcan, Özlem Gülbahar, Kısmet Kaya Şimşek, Cemile Eren, Pelin Kartal Durmazlar, Fatma Eskioğlu
Pages 100 - 103
Amaç: Behçet hastalığı nötrofil ve T lenfosit aktivasyonu ile endotel hücre disfonksiyonu gösteren kronik, inflamatuvar ve tekrarlayıcı bir hastalıktır. Resistin yeni tanımlanmış bir pro-inflamatuvar sitokindir. Bu çalışmada aktif ve inaktif Behçet hastaları ve sağlıklı kontrol bireylerinde serum resistin düzeyleri ölçüldü. Bu çalışmanın amacı resistinin Behçet hastalığındaki inflamatuvar süreçteki rolü ve serum resistin düzeylerinin hastalık aktivitesi ile ilişkisini araştırmaktı.
Gereç ve Yöntem: Yirmi bir aktif ve 21 inaktif Behçet hastası ve 21 sağlıklı kontrol birey çalışmaya dahil edildi. Serum resistin düzeyleri bir sandviç enzim-bağlı immünosorbent assay ile ölçüldü. Ayrıca resistin düzeylerinin interlökin-6 ve C-reaktif protein düzeyleri, beyaz küre sayısı ve eritrosit sedimantasyon hızı ile olan korelasyonları araştırıldı.
Bulgular: Yaş ve cinsiyet dağılımı çalışma grupları için benzerdi (sırasıyla P=0,711; F: 0,343 ve P=1,00; Ki-kare: 0). Ortalama serum resistin düzeyleri aktif (20,56±5,22 ng/mL) ve inaktif Behçet hastalarında (14,71±2,34 ng/mL) kontrol bireylerden (10,98±3,46 ng/mL) anlamlı olarak daha yüksekti (P<0,01; F: 24,62). Aktif Behçet hastaları da inaktif hastalardan anlamlı olarak daha yüksek resistin düzeylerine sahipti (P<0,01). İnterlökin-6 (F: 34,019) ve C-reaktif protein düzeyleri (F: 41,844), beyaz küre sayısı
(F: 20,886) ve eritrosit sedimantasyon hızları (F: 115,873) da aktif hastalarda daha yüksekti ve serum resistin düzeyleri ile koreleydi (Tüm değişkenler için P<0,01).
Sonuç: Resistin Behçet hastalığındaki inflamatuvar süreçte yer almakta ve resistin düzeyleri hastalık aktivitesi ile korelasyon göstermektedir.
Background and Design: Behcet’s disease is a chronic, inflammatory and relapsing disorder with neutrophil and T lymphocyte activation and endothelial cell dysfunction. Resistin is a newly defined pro-inflammatory cytokine. In this study, we measured the serum resistin levels in active and inactive Behcet’s disease patients and healthy control subjects. The aim of this study was to investigate the role of resistin in the inflammatory process in Behcet’s disease and the correlation of the serum resistin levels with the disease activity.
Material and Method: Twenty-one active and 21 inactive Behcet’s disease patients and 21 healthy control subjects were included in the study. Serum resistin levels were measured by a sandwich enzyme-linked immunosorbent assay. We also investigated the correlation of resistin levels with the levels of interleukin-6 and C-reactive protein, white blood cell count and erythrocyte sedimentation rate.
Results: Age and gender distribution were similar for study groups (P=0,711; F: 0.343 and P=1.00; Chi-square: 0, respectively). The mean serum levels of resistin in active (20.56±5.22 ng/mL) and inactive Behcet’s disease patients (14.71±2.34 ng/mL) were significantly higher than the control subjects (10.98±3.46 ng/mL), (P<0.01; F: 24.62). Active Behcet’s disease patients had also significantly higher levels of resistin than the inactive patients, (P<0.01). The levels of interleukin-6 (F: 34.019) and C-reactive protein (F: 41.844), white blood cell count (F: 20.886)and erythrocyte sedimentation rates (F: 115.873) were also higher in active patients and correlated with the serum resistin levels (P<0.01 for all variables).
Conclusion: Resistin is involved in the inflammatory process in the Behcet’s disease and levels of resistin correlates with the disease activity.

6.Serum Prostatic Specific Antigen Levels in Women with Hirsutism
Filiz Cebeci, Nahide Onsun, Ömer Ümmetoğlu, Ahmet Rıza Uras
Pages 104 - 106
Amaç: Kadınlarda, bir ultrasensitif analizin kullanımıyla serumda Prostat spesifik antijen (PSA) tespit edilmiş ve hirsut kadınlarda androjen fazlalığının potansiyel bir belirteci olarak kullanımı önerilmiştir. Bu çalışmanın amacı, hirsutizm ve serum PSA seviyeleri arasındaki bir ilişkiyi araştırmaktı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya yaşa göre eşleştirilmiş 47 hirsut ve 24 hirsut olmayan kadın dahil edildi. Bütün hastalarda serum PSA’ı ultrasensitif kemiluminesant immun analiz yöntemi çalışılarak saptandı.
Bulgular: Hirsut kadınlarda serum PSA seviyeleri hirsut olmayan kontrol grubundan yüksekti (p<0,05).
Sonuç: Eğer daha sensitif immun analiz yöntemleri kullanılabilirse hirsutizmli kadınlarda yüksek serum PSA düzeyleri saptanabilir ve özellikle bu kadınlarda androjen fazlalılığının bir belirteci olarak serum PSA düzeyleri tanıda kullanılabilir.
Background and Design: Using an ultrasensitive assay, PSA has been detected in female serum and has been proposed as a potential marker of androgen excess in hirsute women. The object of this present study was to investigate an association between hirsutism and serum PSA levels.
Material and Method: A total of 47 women with hirsutism and 24 age-matched nonhirsute women were included in this study. Using an ultrasensitive chemiluminescent immunoassay serum PSA were determined in all subjects.
Results: Serum levels of PSA were higher in hirsute women than in nonhirsute controls (p<0.05).
Conclusion: If more sensitive assays become available, PSA might be used as biochemical marker of peripheral androgen excess in women with hirsutism.

7.Evaluation of Relationship of Oral Aphtae with Nutrition and Some Personal Variables
Fatma Gülru Erdoğan, Gül Aslıhan Çakır, Aysel Gürler, Atilla Elhan
Pages 107 - 111
Amaç: Aftöz stomatit daha çok çocukluk ve adölesan çağda karşımıza çıkan sık görülen bir rahatsızlıktır. Etiyolojisinin genetik ve çevresel faktörlere bağlı multifaktöryel olduğu düşünülmektedir. Gıdanın etiyolojik faktör olarak etkisi daha önce çalışılmış ve birbiriyle çelişen sonuçlar elde edilmişse de hastalar genellikle bir veya daha fazla gıda, gıda katkı maddesi veya içeceği etken olarak suçlamaktadır. Biz bu çalışmada bir grup üniversite öğrencisinde aft prevalansını saptamayı, aftın diyet alışkanlıkları, diş fırçalama, antibiotik kullanımı sıklığı ve vücut kitle indeksi gibi bazı faktörlerle olası ilişkisini araştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Toplam 212 üniversite öğrencisine gıda tüketim sıklığı anketi uygulandı. Bunun yanında öğrencilerin aftların türü, sıklıkları, yerleri, aile öyküleri ile, boy, kilo durumları, diş fırçalama alışkanlıkları, antibiyotik kullanım sıklıkları sorgulandı.
Bulgular: Öğrencilerin hemen hemen yarısının oral aftı olduğu, %20,3’ünde aft sıklığının yılda üçten fazla olduğunu tespit edildi. Aftı olan grubun vücut ağırlığı daha düşük bulunurken 6 vejeteryan öğrencinin 4’ünde aft çıktığı saptandı. Diş fırçalama ve antibiyotik kullanımı ile oral aft arasında bir ilişki saptanamadı. Ceviz, çikolata ve esmer ekmeğin aft gelişimine karşı koruyucu etkisi olabileceği, çay ve baharatı ise fazla tüketenlerde aft görülme sıklığının daha fazla olduğu tespit edildi.
Sonuç: Bu çalışmada hayvansal kaynaklı ürünlerin, ceviz ve esmer ekmeğin oral aft için koruyucu olabileceği görülmüştür. Düşük vücut ağırlığının aft için bir risk faktörü olup olmadığı ileri çalışmalarla değerlendirilebilir.
Background and Design: Aphtous stomatitis is a common condition mostly seen in children and adolescents. Etiology is
believed to be multifactorial with the influence of both familial and acquired conditions. Food as an etiologic factor has
been studied previously with some contradictory findings although patients usually accuse one or more foods, additives and bevareges as a causative factor. In this study we aimed to determine the prevalence of aphtae and its possible relation with dietary habits in a group of university students. Factors like tooth-brushing, antibiotic consumption and body mass indexes are also investigated.
Material and Method: A total of 212 university students were given food frequency questionnaire. They are also questioned for the type, frequency and location of aphtous lesions, presence of family history, their height, weight, tooth brushing habits and frequency ao antibiotic consumption.
Results: Almost half of the students had aphtae whereas 20.3% had three or more a year. Students with aphtae had lower body weight while out of 6 vegeterian students 4 had aphtae. On the other hand toothbrushing or antibiotic consumption were not related with aphtae. Walnut, chocolate and dark bread seemed to be protective against aphtae whereas aphtae
were more commonly seen in students consuming more tea and spices.
Conclusion: This study showed that animal derived products, walnut and dark bread may be protective against aphtae.
Whether or not low body weight is a risk factor for aphtae may be evaluated with further studies.

TURKDERM-9860
8.Infantile Systemic Hyalinosis: A Case Report
Özge Gündüz, Sibel Ersoy Evans, Koray Boduroğlu, Yasemin Alanay, Özay Özkaya
Pages 112 - 115
İnfantil sistemik hyalinozis (İSH), deri ve pek çok organ sisteminde hyalin birikiminin görüldüğü, nadir, otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. Ağrılı eklem kontraktürleri, gingival hipertrofi, yaygın osteopeni, baş-boyun bölgesine yerleşen parlak şeffaf küçük papüller, perianal bölge yerleşimli nodüller ve genellikle kalınlaşmış deri ile karakterizedir. Bulgular hayatın ilk birkaç haftasından itibaren görülür ve hastalar genellikle 2 yıl içinde sık tekrarlayan akciğer enfeksiyonları veya diyare nedeniyle kaybedilir. Şu an için sadece palyatif tedaviler uygulanabilmektedir. Bu yazıda tipik klinik ve histopatolojik bulgularla İSH tanısı konulan 8 aylık erkek hasta bildirilmektedir.
Infantile systemic hyalinosis (ISH) is an autosomal recessive, rare disorder in which hyaline deposition occurs in multiple
organ systems, including the skin. It is characterised by painful joint contractures, gingival hypertrophy, generalized
osteopenia, small pearly papules on the head, flesh nodules in the perianal region, and usually thickened skin. The onset occurs within the first few weeks of life and death occurs by two years of age as a result of recurrent pulmonary infections and diarrhea. Unfortunately, treatment is primarily palliative as there is no cure currently available. Herein, we report an 8-month-old boy who is diagnosed with ISH with the characteristic clinical presentation and histopathological findings.

9.Secondary Anetoderma Overlying Multiple Pilomatrixomas: A Case Report
Dilek Seçkin, Aslı Şenol, Deniz Yücelten, Cuyan Demirkesen
Pages 116 - 118
Pilomatriksoma, kıl follikülü matriks hücrelerinden köken alan selim bir deri tümörüdür. Genellikle soliter bir nodül veya kist şeklinde görülür. Multipl lezyonlar nadirdir ve olguların çoğunda ailede de pilomatriksoma öyküsü bulunur. Pilomatriksoma ile ilişkili anetodermik değişiklikler nadiren tanımlanmıştır. Burada, altı adet pilomatriksoması olan ve ailesinde benzer
lezyon bulunmayan onsekiz yaşında bir kız sunulmaktadır. Sırt ve kolda lokalize olan toplam üç tümör üzerinde sekonder anetoderma özellikleri gözlenmiştir.
Pilomatrixoma is a benign skin tumour originating from hair matrix cells. It usually presents as a solitary nodule or cyst. Multiple lesions are rare and are familial in majority of cases. Anetodermic changes overlying pilomatrixomas have rarely been described. We report here an 18-year old girl with six pilomatrixomas. None of her family members had similar lesions. Three of the lesions which were located on the back and arm showed features of secondary anetoderma.

10.Angiolymphoid Hyperplasia with Eosinophilia: A Case Report
Gülsüm Genoğlan, Sibel Şahin, Banu Ertekin, Ali Can Kazandı, Can Ceylan
Pages 119 - 121
Eozinofilili anjiolenfoid hiperplazi, periferik kanda eozinofili ve lenfositoz ile birlikte vasküler proliferasyonla karakterize nadir bir hastalıktır. Etyolojisi bilinmeyen bu nadir durum genellikle kadınlarda görülmektedir. Sıklıkla peri-aurikular bölge, saçlı deri ve boyunda çok sayıda, grube kırmızı nodüllerle karşımıza çıkar. Çoğunlukla kendi kendini sınırlar ve lezyonlar kendiliğinden gerileyebilir. Tedavisinde elektrodesikasyon, kriyoterapi, cerrahi eksizyon, radyoterapi, intralezyoner tedavi (sklerozan ya da steroid), interferon-a2a, sitotoksik ajanlar, pentoksifilin, pulse dye lazer, argon lazer, CO2 lazer gibi daha çok destrüktif tedavi yöntemleri kullanılmaktadır.
Angiolymphoid hyperplasia with eosinophilia is a rare disorder characterized by vascular proliferation, eosinophilia in peripheral blood and lymphocytosis. With unknown etiology, this rare condition is generally seen in women. It often presents as multiple, grouped red nodules in the peri-auricular region, scalp line and neck. Although it is limited, spontaneous resolution may be seen in lesions. Rather, destructive methods have been used for therapy, including electrodessication, cryotherapy, surgical excision, radiotherapy, intralesionary therapy (sclerosing or glucocorticoid), interferon-a2a, cytotoxic agents, pentoxifilin, pulse dye lazer, argon laser and CO2 laser.

11.Autoimmune Progesterone Dermatitis: A Case Report and Review of the Literature
Fatma Çetinözman Aksoy, Sibel Ersoy Evans, Ayşen Karaduman
Pages 122 - 125
Otoimmün progesteron dermatiti (OPD), kutanöz veya mukokutanöz bulguların, premenstruel aktivasyonu ile karakterize, nadir bir hastalıktır. Bu yazıda, iki yıldır her ay mensturasyondan önceki hafta içinde ortaya çıkan oral mukoza ülserleri ve deri döküntüsü olan, 36 yaşındaki bir kadın hasta sunulmaktadır. Hastanın tekrarlayan herpes labialis enfeksiyon öyküsü olmakla birlikte, oral lezyonlardan çalışılan PCR’de (polimeraz zincir reaksiyonu), herpes virüs enfeksiyonu saptanmamıştır. Antinükleer antikor (ANA) (1/160) titresinde pozitiflik dışında, rutin laboratuvar tetkikleri ve serum kompleman düzeyleri normal sınırlarda olan hastanın lezyonlarından alınan biyopsi örneği, eritema multiforme olarak değerlendirilmiş, direk immünfloresan inceleme ile immünobüllöz hastalıklar dışlanmıştır. Hastada, öykü ve klinik bulgular eşliğinde, otoimmün progesteron dermatiti (OPD) düşünülmüş, progesteron sensitivitesini göstermeye yönelik olarak intramuskuler medroksiprogesteron asetat ile yapılan test sonucunda lezyonların alevlenmesi tanıyı doğrulamıştır. Takiben başlanan oral tamoksifen tedavisi altında, hastalık aktivasyonu önemli ölçüde kontrol altına alınmış ve bu tedavi süresince amenore dışında herhangi bir yan etki izlenmemiştir. Daha sonra başlanan spironolakton tedavisine rağmen, hastanın semptomları kontrol altına alınamamış, ek olarak hastaya oral prednizolon tedavisi başlanmıştır. Nadir görülmesi nedeni ile bu çalışmada, hastalığın klinik özellikleri, patogenezi, tanı ve tedavi seçeneklerine yönelik olarak tıbbi literatür gözden geçirilmiştir.
Autoimmune progesteron dermatitis (AIPD) is a rare disorder which is characterized by cyclical premenstrual flares of cutaneous or mucocutaneous manifestations. We present a 36-year-old woman with a 2-year history of oral ulcers and a rash which
presents a week before every menstruation. She also had a history of recurrent herpes labialis infection; however herpes
simplex virus could not be detected by PCR in oral lesions. Routine laboratory investigations, as well as serum complement
levels were normal, except for elevated ANA titer (1/160). Histopathological examination of one of the papules was consistent with erythema multiforme and immunobullous diseases were ruled out by negative immunofluorescence studies. Based on the
history and the clinical features, AIPD was suspected and the diagnosis was confirmed by flare of the lesions after progesterone challenge test. Subsequently, oral tamoxifen was started which controlled her flares significantly and no major side effects except amenorrhea was observed during treatment. Next she was given spironolactone which did not control her symptoms, therefore oral prednisolone had to be introduced. Due to its rare occurence, clinical features, pathogenesis, diagnostic and
treatment alternatives of AIPD are discussed in this study based on the review of the medical literature.

WHAT IS YOUR DIAGNOSIS?
12.What is Your Diagnosis?
Gülsüm Gençoğlan
Pages 126 - 127
Abstract | Full Text PDF

CURRICULUM VITAE
13.In Memoriam of Türkan Saylan
Can Baykal
Page 128
Abstract | Full Text PDF

TURKDERM-6637
14.Society News

Page 129
Abstract | Full Text PDF

NEW PUBLICATIONS
15.“Dermatologic Immunity” (Current Directions in Autoimmunity Vol 10)

Page 130
Abstract | Full Text PDF

TURKDERM-6637
16.
Kongre Takvimi

Page 131
Abstract | Full Text PDF