Turkderm-Turk Arch Dermatol Venereol: 47 (4)
Volume: 47  Issue: 4 - 2013
Hide Abstracts | << Back
LETTER TO THE EDITOR
1.A significant increase in the frequency of hand-foot-mouth disease in İstanbul in June 2012
Algün Polat Ekinci, Esma Erbudak, Can Baykal
doi: 10.4274/turkderm.19942  Pages 192 - 193
2012 yılı Haziran ayında İstanbul Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıklar Ana Bilim Dalı'nda el-ayak-ağız hastalığı görülme sıklığında önceki yıllara göre çok ciddi oranda artış olduğunu gözledik. Bunu 2011 Haziran ayı verileri ile kıyasladığımızda bu farkın istatistiksel olarak da anlamlı olduğunu saptadık. İl Sağlık Müdürlüğü yetkililerinden ise bu konuda kendilerine başka bir veri ulaşmadığını öğrendik. Bu hastalık için tek bir kliniğin verilerine dayanarak ileri bir yorum yapmak güç olmakla beraber bir salgın olasılığı bulunduğuna ve bu konuda tüm ülke çapında verilere ihtiyaç olduğuna dikkat çekmek istiyoruz.
We have reviwed that there is a dramatic increase in the frequency of hand-foot-mouth disease at Dermatovenerology Department of İstanbul Medical Faculty in June 2013 compared to previous years. When we compared these data with those of June 2011, we have determined a significant difference statistically. We have learned from the authorities of City Health Administrative that they had not been reported about this issue. Although it is difficult to comment based on the data of a single clinic, we want to draw attention that there is a possibility for epidemic disease and a need for national data about this disease.

REVIEW ARTICLE
2.Use of cosmeceuticals during pregnancy and lactation period
Hamza Yıldız, Özlem Karabudak Abuaf
doi: 10.4274/turkderm.04557  Pages 194 - 199
Son yıllarda gebelik ve emzirme döneminde gerek bitki gerekse bitki ekstrelerinin (kozmesötik) topikal ya da sistemik kullanımı giderek yaygınlaşmaya başlamıştır. Kullanıcılar bitki ve bitki ekstrelerinin sadece faydalı olduğuna değil aynı zamanda güvenli olduğuna inanırlar. Binlerce bitki ve bitki ekstresinin çok az bir kısmı bilimsel olarak incelenmiştir. Bu derlemenin amacı gebelik ve laktasyon döneminde kullanılan bazı dermato-kozmesötiklerin güvenliği hakkında bilgi vermektir.
Use of topical or systemic herbs and herbal extracts (cosmeceuticals) during pregnancy and lactation period has increased in the recent years. These cosmeceuticals are not only viewed as having clinical benefits but are also generally believed to be safe by users. A small part of thousands of plants and botanical ingredients has been investigated scientifically. The purpose of this review was to provide the safety information about the dermatologic cosmeceuticals which can be used during pregnancy and lactation period.

ORIGINAL INVESTIGATION
3.Bullous disorders in Konya: A study of 93 cases
Munise Daye, İnci Mevlitoğlu, Sarenur Esener
doi: 10.4274/turkderm.04810  Pages 200 - 204
Giriş ve Amaç: Büllöz hastalıklar; deri ve mukozaları tutan doku adezyon moleküllerine karşı spesifik antikorlarla gelişen ya da genetik kalıtımın neden olduğu bir grup hastalıktır. Ülkemizde bu hastalıkları inceleyen detaylı epidemiyolojik çalışma sınırlıdır. Bu amaçla Orta Anadolu’da Konya yöresi ve civarında yaşayan büllöz hastalığı olan olguların demografik, klinik, immünopatolojik, tedavi ve takiplerindeki özellikleri sunmaktayız.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda 2006-2012 yılları arasında büllöz hastalık tanısıyla takip edilmiş olan 93 olgunun verileri retrospektif değerlendirildi. Olgularımızın çoğunluğu pemfigus ve büllöz pemfigoid grubunda olduğu için onlara ait veriler daha detaylı irdelendi.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 93 olgunun 50’si (%53,8) kadın, 43’ü (%46,2) erkekti. Yaş ortalaması 52,9 yıldı. Olgulardan % 37,6’sı pemfigus vulgaris, %34,4’ü büllöz pemfigoid, %15’i herediter epidermolizis bülloza, % 4,3’ü dermatitis herpetiformis, %4,3’ü pemfigus foliaseus, %2,2’i pemfigus vegetans, %1,1’i Hailey-Hailey hastalığı %1,1’i skatrisyel pemfigoid tanısı almıştı. Pemfigus vulgarisin ortaya çıkış yaş ortalaması 45,9 yıldı ve kadınlarda daha fazla görüldü. Pemfigus vulgarisli olgularda hastalık oral mukozadan başladı ve diğer coğrafik bölgelere göre; oral mukoza tutulumu ile başlayan pemfigus vulgarisli olgularda tanı alma süresi daha uzundu. Büllöz pemfigoidin ortaya çıkış yaş ortalaması 70 yıldı ve kadınlarda daha fazla görüldü. Olguların % 12,5’inde hastalık oral mukozadan başladı. Hiçbir olguda eşlik eden otoimmün hastalık saptanmadı. Doksan üç olgunun 25’ine sadece sistemik steroid, 41’ine sistemik steroid ve adjuvan, 11’ine sadece adjuvan, 16’sına sadece lokal tedaviler verildi.
Sonuç: Konya ili ve civarında yaşayan büllöz hastalığı olan olguların demografik, klinik, immünopatolojik, tedavi ve takiplerindeki özellikler sunulmaktadır.
Background and Design: Bullous disorders are a group of disorders caused by specific antibodies against tissue adhesion molecules in skin and mucosa or genetic inheritance. There are limited detailed epidemiological studies about bullous disorders in Turkey. In this study we evaluated the demographic, clinical, immunopathologic, course and follow-up properties, cases in Konya. Most of cases were in pemphigus and bullous pemphigoid group, so we gave more information about them.
Materials and Methods: Ninty three cases that are followed up during the period of 2006-2012 were included in our study.
Results: Female cases were %53,8, male cases were %46,2. The mean age was 52,9. In all of cases; %37,6 cases were pemhigus vulgaris, % 34,4 bullous pemphigoid, %15 herediter epidermolysis bullosa, %4,3 were dermatitis herpetiformis, %4,3 were pemphigus foliaceus, %2,2 pemphigus vegetans, %1,1 Hailey- Hailey disease, %1,1 cicatricial pemphigoid. Mean age of Pemhigus vulgaris onset was 45,9 year and mostly it was observed in females. Pemhigus vulgaris has been started at oral mucosae and the time for diagnosis of pemhigus vulgaris, which began at oral mucosae, was longer than other geogrophic regions. Mean age bullous pemphigoid onset was 70 year and mostly it was observed in females. In % 12,5 of cases disease started at oral mucosae. None of the cases had additional autoimmune disorder. We have treated 25 cases with systemic corticosteriods, 41 cases with systemic corticosteriods and adjuvan agents, 11 cases with only one of adjuvan agents, 16 cases with only local streoids.
Conclusions: We report the demographic, clinical, immunopathologic, course and follow-up properties of the bullous disorders in Konya.

4.Three-year observation of the patients with bullous pemphigoid: 29 cases
Özlem Ekiz, Bilge Bülbül Şen, Emine Nur Rifaioğlu, Tuğba Şen, Esin Atik, Asena Çiğdem Doğramacı
doi: 10.4274/turkderm.80664  Pages 205 - 208
Amaç: Büllöz pemfigoid (BP) kronik, otoimmun subepidemal büllöz bir hastalıktır. Çalışmamızdaki amaç, son 3 yılda kliniğimizde BP tanısı konulan olguların klinik ve epidemiyolojik özelliklerini belirlemek ve sonuçlarımızı ülkemizdeki ve dünyanın diğer yerlerindeki sonuçlarla karşılaştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2009 ve Ocak 2013 tarihleri arasında Dermatoloji polikliniğimize başvuran, klinik ve histopatolojik olarak BP tanısı alan hastaların dosyaları retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların yaş, cinsiyet, oral mukoza tutulumu, kaşıntının varlığı, hastalık süresi, tetikleyici faktör bulunup bulunmaması, deri lezyonlarının özellikleri, biyopsi örneklerinin direk immunofloresan (DIF) inceleme sonuçları, tedavide kullanılan ilaçlar, nüks ve eksitus oranları ve saptanabilen ölüm nedenleri gibi klinik ve demografik verileri kaydedildi.
Bulgular: Çalışmaya alınan 29 hastanın %48,3'ü kadın, %51,7'i erkekti. Yaş ortalamaları 70,17 yıl iken, ortalama hastalık suresi 15,41 aydı. Oral mukoza tutulumu beş, kaşıntı 24 olguda saptandı. Tetikleyici faktör olarak üç olguda ilaç, bir olguda da malignite belirlendi. DIF inceleme sonuçlarında dermoepidermal bileşkede lineer IgG ve C3 depolanması 12 olguda, C3 depolanması 10 olguda mevcuttu. Hastalara başlangıç tedavisi olarak 11 hastaya topikal kortikosteroid, altı hastaya tetrasiklin and nikotinamid kombinasyonu, 10 hastaya sistemik kortikosteroid tedavisi verildi. Yedi hastada verilen ilk tedaviden sonra bir yıl içinde nüks meydana geldi. Hastane içi mortalite iki hastada görüldü.
Sonuç: Çalışmamızda son 3 yılda kliniğimizde BP tanısı konulan hastalarının klinik ve epidemiyolojik verileri sunulmuştur. İlimiz farklı etnik gruplardan oluşan heterojen bir popülasyon olduğu için, çalışmamızın ülkemizdeki BP ile ilgili epidemiyolojik verilerin oluşturulmasında katkıda bulunacağına inanıyoruz. Ancak bu konuda yapılmış prospektif, daha uzun süreli ve çok merkezli çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Background and Design: Bullous pemphigoid (BP) is a chronic, autoimmune, subepidermal blistering disease. The aim of this study was to determine the clinico-epidemiologic data’s of patients diagnosed as BP in our clinic and compare these data with other studies in our country and in the world.
Material and Method: We researched the documents of BP cases diagnosed by clinical and histopathological examinations from January 2009 to January 2013, retrospectively. We evaluated clinical and dermographical characteristics of all patients such as age, sex, existence of oral mucosal lesions, association of pruritus, duration of disease, presence of triggering factors, features of skin lesions, results of direct immunofluorescence (DIF) investigation, drug intake, recurrence and mortality rates and causes of detected mortality.
Results: Of the 29 patients included in the study %48,3 were female, %51,7 were male. The average age was 70,17 and the mean duration of disease was 15.41 months. In five cases oral mucosal involvement and in 24 cases pruritus was detected. Drugs in three cases and malignity in one case were assessed as triggering factors. The results of DIF investigation revealed the linear IgG and C3 deposition at the dermoepidermal junction in 12 cases, C3 deposition in 10 cases. The initial treatment was topical corticosteroid in 11, tetracycline and nicotinamide combination in six, systemic corticosteroid in 10 individuals. After initial therapy recurrence appeared in 7 patients in one year. Mortality during hospitalization was observed in 2 cases.
Conclusions: We presented the clinical and epidemiological features of patients diagnosed as BP in our clinics in the last three years. Because of having different ethnical originated, heterogeneous population of our city, we believe that our investigation will contribute to having opinion about epidemiology of BP in our country. Nevertheless, prospective, long term and multicentre studies based on a larger population are necessary in this place.

5.The clinical features, laboratory findings, treatment and follow-up results of patients with morphea
Nehir Parlak, Bengü Nisa Akay, Hatice Erdi Şanlı, Aynur Akyol
doi: 10.4274/turkderm.05657  Pages 209 - 213
Amaç: Morfea lokalize skleroderma olarak da bilinen, deri ve deri altı dokuda fibrozis ile karakterli, patogenezi bilinmeyen nadir bir deri hastalığıdır. Bu çalışmada, morfea tanısı alan olgularda, demografik özellikler, klinik seyir, laboratuvar bulguları ve tedavi yanıtlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışma 1995-2011 yılları arasında morfea tanısı konulan 58 hastanın retrospektif olarak incelenmesiyle gerçekleştirilmiştir. Tüm hastaların klinik bulguları, eşlik eden hastalıkları, semptomları, immünolojik antikor profilleri, periferal eozinofili varlığı ve tedavi yanıtları araştırılmıştır. 2-12 ay süre ile tedavisi devam etmiş olan 40 hastanın tedavi yöntemleri ve tedaviye yanıtları incelenmiştir.
Bulgular: Morfea tanısı alan 58 olgunun 49’u (%84.5) kadın, 9’u (%15.5) erkekti. Hastaların yaş ortalaması 42.33±18.44 yıl (aralık: 7-75yıl) idi. Olguların tamamına morfea tanısı histopatolojik inceleme ile konulurken, borrelia antikorları negatif olarak saptandı. Lezyonlar 36 olguda (%62.1) plak tip, 17’sinde (%29.3) generalize tip, 3’ünde (%5.2) miks (lineer + plak) tip, 2’sinde (%3.4) lineer tip morfea olarak sınıflandırıldı. ANA seviyesi 46 olgunun 12’sinde (%26.2) pozitif olarak bulundu. Morfeanın klinik tipleri ile ANA arasındaki ilişki incelendiğinde plak tipi olanların %38.5’inde, generalize tipi olanların %53.8’inde, miks tip morfealı olguların %7.7’sinde ANA pozitifliği saptanmıştı. Generalize morfeası olan hastalarda ANA pozitifliğinin anlamlı olduğu görüldü (p=0.027). Anti ds-DNA 1 olguda (%2.7), anti-histon antikor 1 olguda (%1.7) ve anti-ku antikor 3 olguda (%8.6) pozitif olarak saptandı. Periferal eozinofili 1 olguda (%2.1) mevcuttu ve bu olguda lezyonlar generalize idi. Olguların 23’üne kolşisin tedavisi verildiği görüldü. Kolşisin tedavisi kullanan hastaların %47.8’inde tedaviye komplet yanıt, %26.1’inde parsiyel yanıt alınırken, %17.4’ünde hastalık stabil kalmış, %8.7’sinde ise progresyon izlenmiştir.
Sonuç: Çalışmamızın sonucunda plak tip morfeanın diğer tiplere oranla daha sık görüldüğü, generalize tip morfeada ise ANA pozitifliğinin anlamlı olduğu saptanmıştır. Kolşisinin tedavide etkili ve güvenilir olduğu ve yeni lezyon çıkışını durdurduğu gözlenmiştir
Objective: Morphea, also known as localized scleroderma, is a rare skin disease of unknown pathogenesis, characterized by fibrosis in the skin and subcutaneous tissue. In this study, we aim to evaluate the demographic features, clinical characteristics, laboratory findings, and response to treatment in patients diagnosed with morphea.
Materials and Methods: The findings of fifty eight patients diagnosed with morphea were retrospectively evaluated between 1995-2011. All patients' clinical symptoms, concomitant diseases, symptoms, immunological features and presence of peripheral eosinophilia were investigated. Treatment methods, response to therapy of 40 patients whose treatment continued for 2-12 months were examined. Fourty nine patients (84.5%) were female and 9 patients (15.5%) were male of 58 patients who were diagnosed with morphea. The mean age of patients was 42.33±18.44 years (range: 7-75 years). Diagnosis was made histopathologically in all cases. Borrelia antibodies were negative in all patients enrolling the study. Thirty six patients (62.1%) had plaque type, 17 patients (29.3%) had generalized type, 3 patients (5.2%) had mixed type (linear + plaque) and 2 patients (3.4%) had linear type of morphea. ANA was found to be positive in 12 (26.2%) of 46 patients. Considering the relationship between the clinical types of morphea with ANA, 38.5% of plaque type, 53.8% of generalized type, 7.7% of mixed type patients showed ANA positivity. ANA positivity was statistically significant in patients with generalized morphea (p=0.027). Peripheral eosinophilia was detected in one case in whom lesions were generalized (2.1%). Colchicine therapy was given to 23 cases. Complete and partial response rates are 47.8% and 26.1%, respectively. However, 17.4% of patients remained stable and progression was noted in 8.7% of the cases.
Conclusion: In conclusion, plaque type morphea is the most common type of morphea. ANA positivity was statistically significant in patients with generalized skin lesions. Colchicine is an effective and safe treatment option.

6.Retrospective analysis of melanoma patients who had PET-CT examination
Özgür Bakar, Erkan Vardareli, Sedef Sahin, Selcen Yüksel, Tamer Aksoy
doi: 10.4274/turkderm.30306  Pages 214 - 217
Giriş ve Amaç: Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de melanom insidansı hızla artmaktadır. Evre 1b ve üzeri olan melanom hastalarında, metastaz taraması için devlet tarafından geri ödemesi yapılan Pozitron Emisyon Tomografisi-Bilgisayarlı Tomografi (PET-BT) görüntüleme tekniğinin kullanımı da giderek yaygınlaşmıştır. Bu çalışmada PET-BT incelenmesi yapılmış melanom hastalarının, demografik verileri, klinik bulguları ve tümörlerinin histopatolojik özellikleri araştırılmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya, 2004-2011 yılları arasında, Nükleer Tıp bölümünde PET-BT incelenmesi yapılan 57 melanom hastasının kayıtlı verileri alınmıştır. Hastalarda, PET-BT pozitifliği esas alınarak, SUV (Standart tutulum değeri), demografik özellikler, Breslow kalınlığı, birincil tümörün tutulum bölgesi, histopatolojik olarak ülserasyon, perinöral, damar ve lenfatik invazyon varlığı, diğer görüntüleme tekniklerinin pozitifliği ile uygulanmış olan tedavi yöntemleri, retrospektif olarak değerlendirilmiştir.
Bulgular: Toplanan verilere göre, PET-BT pozitifliği 21 hastada (%37,5) saptanmıştır. Ortalama Breslow kalınlığı 5.12±6.29 mm olarak bulunmuştur. Buna göre Breslow kalınlığı raporlanmış hastalar arasında, ≤1mm olan n: 1 (%7), 2-4 mm arası olan n: 5 (%36) ve >4 mm olan n: 8 (%57) hastada PET-BT pozitifliği görülmüştür. Breslow kalınlığı ile PET-BT pozitifliği arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki saptanmıştır. Primer tümörlerin vücut tutulum bölgelerine göre dağılımı ise, %35,3ü gövdenin sol yarısı, %25,5’i gövdenin sağ yarısı ve %39,2’si ise orta hat kökenli olacak şekilde bulunmuştur. Saçlı deri tutulumu olan hastaların hepsinde PET-BT ile uzak metastaz saptanmıştır. Ülserasyon, perinöral, damar ve lenfatik invazyon varlığı ile PET-BT pozitifliğı arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. Breslow kalınlığı ile SUV değerleri arasında %31’lik pozitif korelasyon bulunmuştur. PET-BT ile metastaz saptanan hastaların %45’inde diğer görüntüleme yöntemleri ile de belirlenmiş metastaz bulguları mevcuttur. Uzak metastazı olan hastaların 2’si hariç hepsine geniş eksizyon ve adjuvan kemoterapi veya radyoterapi tedavi uygulanmıştır. 
Sonuç: Yüksek risk grubundaki olguların bir kısmında, tedavi planının oluşturulmasında, konvansiyonel görüntüleme yöntemlerine ilave olarak, PET- BT uygulamasının, önemli bir yeri olduğunu düşünmekteyiz.
Background and Design: The incidence of melanoma is increasing significantly in Turkey as it is in the whole world. Thus, Positron Emission Tomography-Computed Tomography (PET-CT), which is being reimbursed by the government for the documentation of metastases of clinically suspicious patients with stages 1 b and higher, is becoming widely used. This study aims to analyze, the histopathological features of the tumors and the clinical and demographical data of the melanoma patients whom of which had PET-CT examination for the screening of metastases. Material and Methods: Study collected data of 57 melanoma patients who have underwent PET-CT evaluation in the Nuclear Department Unit, between the years of 2004-2011. On the basis of PET-CT positivity, SUV(Standard uptake value), demographical data, Breslow thickness, localization of the primary tumor, the presence of histopathologically documented ulceration, perineural, vascular and lymphatic invasion, metastases detected by other screening methods and the proposed treatment methods have been retrospectively analyzed. Results: Data collected showed PET-CT positivity in 22(39%) patients. The mean Breslow thickness was 5.12±6.29mm. Accordingly, n: 1(%7), with ≤1mm, n: 5(36%) with 2-4mm and n: 8(57%) with >4mm of Breslow thickness, had distant metastases. Statistically significant correlation was found between Breslow thickness and PET-CT positivity. The distribution of the primary tumor site was 35,3% left-sided, 25,5% right-sided and 39,2% on the midline. All patients with scalp involvement had distant metastases. No statistically significant correlation was found between PET-CT positivity and histopathologically proven ulceration, perineural, vascular and lymphatic invasion respectively. Thirty one percent positive correlation was found between Breslow thickness and SUV. Forty-five percent of PET-CT positive patients also had their metastases documented with other screening methods. All but 2 patients with distant metastases had wide tumor resection and adjuvant chemotherapy or radiotherapy.Conclusion: Complementing PET-CT to conventional imaging methods, gains much importance in the treatment planning of some selected high risk melanoma patients.

7.Evaluation of clinical features of 11 cases with DRESS syndrome
Selma Emre, Gülşen Akoğlu, Ahmet Metin, Duriye Deniz Demirseren, Gözde Kurtoğlu
doi: 10.4274/turkderm.71324  Pages 218 - 222
Giriş ve amaç: DRESS (Drug Rash with Eoshinophilia and Systemic Symptoms) sendromu, ilaçlarla tetiklenen, kutanöz, hematolojik ve solid organ tutulumlarının eşlik ettiği şiddetli bir reaksiyondur. Tedavisinde spesifik yaklaşımların gerekmesi ve yüksek mortalite oranları nedeniyle sendromun erken tanınması çok önemlidir. DRESS sendromu ile ilgili ülkemizde az sayıda olgu bildirimi dışında tanımlayıcı bir çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışmada merkezimizde DRESS sendromu tanısı alan hastaların klinik özelliklerinin incelenmesi amaçlandı.
Gereç ve yöntem: Kliniğimizde DRESS sendromu veya ilaç erüpsiyonu tanısı ile yatarak tedavi edilen hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. RegiSCAR grubu tarafından oluşturulan skorlama sistemine göre hastaların mevcut bulguları puanlandırılarak, kesin, olası ve muhtemel DRESS sendromlu hastalar belirlendi. Hastaların klinik özellikleri, laboratuar bulguları ve hastalık için etyolojik faktörleri incelendi.
Bulgular: Çalışmaya 7’si erkek, 4’ü kadın olmak üzere toplam 11 DRESS sendromu tanısı alan hasta dahil edildi. Dokuz hasta kesin DRESS, 2 hasta ise muhtemel DRESS olarak tanımlandı. Hastaların hepsinde sorumlu ilaç aromatik antikonvülzanlardı. DRESS nedeni olan ilaçlar 5 hastada fenitoin, 3 hastada karbamezepin, 3 hastada lamotrijindi. Hastaların tamamında kutanöz tutulum ve hematolojik anormallikler mevcuttu. Tespit edilen bulgular sıklık sırasına göre ateş, karaciğer fonksiyonlarında bozulma, lenfadenopati, böbrek tutulumu ve pnömoniydi. Sorumlu ilacın kesilmesi ve sistemik kortikosteroid tedavisi ile hastaların tüm bulgularında tamamen gerileme sağlandı.
Sonuç: DRESS sendromlu hastalar çeşitli klinik görünümlerle karşımıza çıkabilir. Sendromun tanınmasında belirti ve bulguların temel teşkil etmesi nedeniyle hastaların klinik özelliklerinin iyi bilinmesi DRESS sendromunun erken tanınmasına, dolayısıyla mortalite ve morbiditenin azaltılmasına katkıda bulunmaktadır.
Background and design: DRESS (Drug Rash with Eoshinophilia and Systemic Symptoms) syndrome is a severe reaction induced by drugs and accompanied by cutaneous, hematologic and solid organ involvement. Since the syndrome requires specific treatments and has high mortality rates, early diagnosis is very important. In our country, any descriptive study has not been reported about patients with DRESS syndrome except for a few case presentations. Therefore, we aimed to investigate the clinical characteristics of patients with DRESS syndrome diagnosed and treated in our inpatient clinic.
Material and method: The records of patients diagnosed as DRESS syndrome or drug eruption were retrospectively analyzed. Scoring system created by a RegiSCAR group was used. Patients with certain, probable and possible DRESS syndrome were identified. Clinical features, laboratory findings and etiological factors were noted.

Results: Seven males and 4 females with DRESS syndrome were enrolled. Nine patients were identified as definite case and two were probable DRESS syndrome. Aromatic anticonvulsants were the only responsible drugs (phenytoin in 5, carbamezepine in 3, lamotrigine in 3 patients). All patients had cutaneous manifestations and hematological abnormalities. Fever, liver function impairment, lymphadenopathy, renal disease and pneumonia were the clinical findings in order of frequency. Cessation of responsible drugs and treatment with systemic corticosteroids achieved full remission in all patients.

Conclusion: DRESS syndrome may present with various clinical manifestations. Because signs and symptoms form the basis for recognition of the disease, good knowledge of clinical features is important in early diagnosing of DRESS syndrome and reduction of mortality and morbidity.

8.Dermoscopic findings in cicatricial alopecia
Seher Arı, Gonca Gökdemir
doi: 10.4274/turkderm.26932  Pages 223 - 226
Giriş: Dermoskopi pigmente deri lezyonlarının tanısında önemli bir araçtır. Son yıllarda bu yöntem saç ve saçlı deri hastalıklarının tanı ve takibinde de kullanılmaktadır.
Amaç: Çalışmanın amacı klinik ve histopatolojik olarak skatrisyel alopesisi olan bir grup hastada dermoskopik bulguları değerlendirmekti.
Gereç ve Yöntem: Klinik ve histolojik bulgulara dayanarak skatrisyel alopesi tanısı konulan 29 hasta dermoskopik özellikler açısından değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya katılan folikülitis dekalvanslı 8, Brocq’un psödopeladı olan 7, liken planopilarisli 6, diskoid lupus eritematozuslu 2, dissekan selüliti olan 1 ve sekonder skatrisyel alopesili 5 hastada dermoskopik özellikler incelendi. Çıplak gözle muayenede görülen özellikler dermoskopi ile daha detaylı değerlendirildi. Skatrisyel alopesili hastaların hepsinde foliküler açıklık kaybı vardı. Perifoliküler skuam, dallanan kırmızı çizgiler, bal peteği pigment paterni, beyaz benekler ve tufted folikülit diğer sık görülen bulgulardı.
Sonuç: Skatrisyel alopesinin klinik değerlendirilmesinde dermoskopinin kullanımı, basit klinik inspeksiyonun ötesinde tanısal yararlılık sağlar, fakat bu yöntemin daha iyi anlaşılması için histopatolojik korelasyonun da yapıldığı geniş serili çalışmalara ihtiyaç vardır.
Background: Dermoscopy is an important tool for the diagnosis of pigmented skin lesions. Newly, this method has also been used in the diagnosis and follow-up hair and scalp disorders.
Objective: The objective of this study was to investigate dermoscopic findings in a sample of patients with clinical and histopathological compatible with cicatricial alopecia.
Methods: Twenty nine patients with cicatricial alopecia diagnosed by clinical and histological findings were examined by dermoscopy..
Results: Dermoscopic features evaluated included folliculitis decalvans (n=8), pseudopelade of Brocq (n=7), lichen planopilaris (n=6), discoid lupus erythematosus (n=2), dissecting cellulitis (n=1), and secondary cicatricial alopecia (n=5). Visualization of structures previously examined with naked eye were seen in great detail with dermoscopy. The loss of follicular orifices was seen in all patients with cicatricial alopecia. Perifollicular scaling, arborizing red lines, honeycomb pigment pattern, white dots and tufted hairs were the other most obvious findings.
Conclusion: Use of dermoscopy in the clinical evaluation of cicatrical alopecia improves diagnostic capability beyond simple clinic inspection, but larger studies correlating dermoscopic findings with histopathology exams are needed to improve understanding of this method.

9.The investigation of Adenosine Deaminase activity in patients with Mycosis Fungoides
Yılmaz Ulaş, Ayten Ferahbaş, Cevat Yazıcı, Demet Kartal
doi: 10.4274/turkderm.04875  Pages 227 - 231
Amaç: Mikozis fungoides (MF) derinin T hücreli lenfomasıdır. Primer olarak deride gelişme gösteren malign T hücreler çeşitli klinik bulgulara yol açarlar. Erken dönem mikozis fungoides tanısını koyabilmek klinik ve histopatolojik olarak çoğu zaman zordur. Tanı ve takibinde karşılaşılan zorluklardan en önemlisi; aktivitesini belirtecek özel bir laboratuar yönteminin olmamasıdır. Adenozin deaminaz (ADA) T lenfosit aktivasyonun özgün olmayan bir göstergesi olarak kabul edilir. Bu çalışmada; MF’li hastalarda plazma ve doku ADA düzeylerinin ölçülmesi ve ADA’nın bu hastalık için bir aktivasyon kriteri olup olmadığının araştırılması amaçlandı.

Yöntem ve Gereçler: Çalışmada 40 MF ve 33 kontrol olgusunda spektrofotometrik yöntem kullanılarak plazma ve doku ADA aktiviteleri ölçüldü. Ayrıca hasta grubu içerisinden takipler sonucunda remisyon kriterlerini tamamlayan ve remisyon olarak kabul edilen 17 hastanın bu dönemde değerlendirmeleri yapıldı.

Bulgular: Plazma ve doku ADA düzeyleri MF’li hastalarda kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek bulundu (sırasıyla, p<0.001 ve p<0.001). Remisyondaki 17 hastanın remisyon öncesi plazma ve doku ADA düzeyleri, remisyon dönemi ile karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir azalma saptandı (sırasıyla, p<0.001 ve p<0.001). Remisyon dönemindeki hastaların doku ADA düzeyi kontrol grubu ile karşılaştırıldığında aralarında istatistiksel olarak fark saptanmadı (p>0.05). Ancak remisyonki hastaların plazma ADA düzeyleri kontrol grubunun plazma ADA düzeylerinden yüksekti ve aralarındaki fark istatistiksel olarak anlamlı idi (p<0.001).

Sonuç: Bizim çalışmamızdaki bu bulgular plazma ve doku ADA düzeylerinin MF’nin aktivitesini yansıtmada değerli olabileceğini desteklemektedir. Ayrıca ADA düzeylerinin ölçümünün hastaların takibinde bir belirteç olarak kullanılabileceği sonucuna varıldı.
Aim: Mycosis fungoides (MF) is a cutaneous T cell lymphoma. The clinical and histophological diagnosis of early mycosis fungoides is usually diffucult. There is no special laboratory method for the diagnosis of MF disease and this is the most important problem in diagnosis and also follow up the effectiveness of treatment. Adenosine deaminase (ADA) activity is a non-specific marker of T cell activation. In the present study, we aimed to investigate the levels of plasma and tissue ADA in patients with mycosis fungoides and to determine if ADA is an activation criteria for this disease.

Materials and Medhods: The levels of ADA activities in both plasma and tissues were spectrophotometrically measured in 40 patients with MF and compared to those of 33 healthy subjects. Moreover, a subgroup analysis regarding ADA activities was performed in 17 patients who achieved complete remission after different kinds of treatments.

Results: Patients with MF had more significantly elevated plasma and tissue ADA activity levels than those of control groups (respectively p<0.001 and p<0.001). There was a statistically significant decrease the plasma and tissue ADA activity levels after remission when compared to initial values in 17 patients revealing complete remission (respectively p<0.001 and p<0.001). While there was no statistically significant differerence between MF patients in remission and controls in respect of tissue ADA activities (p>0.05); MF patients in remission were found to have higher plasma levels of ADA activities than those of controls (p<0.001).

Conclusion: These findings of the current study may provide an important clinical support for showing the roles of plasma and tissue ADA activity levels to predict disease activity in MF patients. In addition, levels of ADA activity measurements might be a marker to follow up in MF patients.

CASE REPORT
10.Papulosquamous Drug Eruption and Nail Disorder Due to Use Entecavir
Pınar Özuğuz, Elife Erarslan, Hatice Ünverdi, Ufuk Özuğuz
doi: 10.4274/turkderm.53254  Pages 232 - 235
Giriş: Papüloskuamöz ilaç erüpsiyonları, birçok ilaçla tetiklenebilen deri lezyonlarıdır. Hepatit B tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de önemli bir sağlık sorunudur. Entecavir, kronik hepatit B tedavisinde kullanılan bir nükleozid analoğudur.

Olgu: 10 yıldır kronik hepatit B tanısı olan, 4 yıldır entecavir tedavisi alan 56 yaşındaki bayan hasta, bir yıldır el-ayak tırnaklarında distrofik değişiklikler ve el-ayak parmaklarında eritemli skuamlı lezyonlarla polikliniğimize başvurdu. Hasta entecavir dışında başka bir ilaç kullanmıyordu. Laboratuvar tetkikleri: HBsAg: pozitif, HBeAg: negatif, anti-HBe: pozitif, HBV DNA: negatif, total anti-HDV: negatif ve alanin aminotransferaz: 32 IU/L. Üç kez tırnaktan alınan örneklerde native preparatın negatif olması ve mantar kültüründe üreme olmaması üzerine hastanın el başparmak tırnağından ve ayak parmağı derisinden biyopsi alındı. Biyopsi sonucunun ilaç erüpsiyonu ile uyumlu bulunması nedeni ile bu lezyonların entecavirin yan etkisi olabileceği düşünüldü. Entecavir tedavisi kesilerek transaminaz değerlerine düzenli aralıklarla bakıldı. Hastaya deri lezyonları için 7 gün 2x1 mometazon fruat pomad ve üre içeren nemlendiriciler başlandı. İki hafta sonra lezyonlarda iyileşme görülmesi üzerine hasta düzenli aralıklarla takibe çağrıldı.

Sonuç: Bilgilerimize göre, şu ana kadar entecavir tedavisi ile deri erüpsiyonu gelişen sadece 1 olgu vardır. Burada entecavir tedavisine bağlı papuloskuamöz deri erüpsiyonu ile birlikte tırnak bozukluğu gelişen ilk olgu sunulmaktadır.
Introduction: Papulosquamous drug eruptions are a group of skin lesions, triggered by various drugs. Hepatitis B is an important health problem all over the world as well as in our country. Entecavir is a nucleoside analogue used in the treatment of chronic hepatitis B.
Case: A 56-year-old female patient using entecavir for chronic hepatitis B for four years admitted to our outpatient clinics with dystrophic changes on the finger nails and toe nails, and scaling erythematous lesions of fingers and toes for one year. She had no drug history other than entecavir. Laboratory examination revealed: HbsAg: positive, HBeAg: negative, anti-HBe: positive, HBV DNA: negative, total anti-HDV: negative, and alanine aminotransferase: 32 U/L. Biopsies were taken from the patient's finger and toe nails after three negative fungal examination of native smears. Biopsy results were consistent with drug eruptions and according to these results, the lesions were thought to be a side effect of entecavir. Entecavir treatment was terminated and transaminase levels were followed at regular intervals. Mometasone fruat ointment and moisturizer containing urea (2 times a day/seven days) were started for the treatment of skin lesions. Two weeks later the lesions were showed improvement and the patient was called to follow up at regular intervals.
Conclusion: To our best knowledge there was only one case report in the literature so far, about drug eruptions with entecavir. Here we described the first case who developed papulosquamous skin eruptions and nail disorders due to treatment of entecavir.

11.Recurrent toxin-mediated perineal erythema: A case report and literature review
Sema Aytekin
doi: 10.4274/turkderm.24445  Pages 236 - 238
Toksinlerle oluşan rekürren perineal eritem (TORPE), stafilokok ve streptokok süperantijenleriyle oluşan, kendiliğinden iyileşen bir hastalıktır. İnguinal bölge, perine veya alt abdomende yerleşen, genellikle asemptomatik, iyi sınırlı deskuamatif eritemle karakterizedir. Hastalığın diğer tipik özellikleri ise akral ödem, çilek dil ve mukozittir. TORPE, antibiyotik tedavisini izleyen günlerde hızla iyileşir. Burada 10 yaşında, çilek dil ve rekürren deskuamatif perineal eritem bulunan TORPE li bir olgu sunulmaktadır. Ayrıca toksinle oluşan ve/veya perineal eritem bulunan hastalıklar literatürde değerlendirilmiştir. Egzantemli pediatrik hastalar genellikle aile hekimleri veya pediatristler, nadiren de dermatologlar tarafından değerlendirilir. Biz bu olguyla dermatologların dikkatini çekmek istedik.
Recurrent toxin-mediated perineal erythema (RTPE) is a benign self-limiting mucocutaneous disorder that caused super antigens produced by staphylococci and streptococci. It is characterized by generally asymptomatic well-emarginated desquamating erythema involving the perineum, groin or lower abdomen. Other typical features of illness such as acral edema, strawberry tongue and mucositis are often present. RTPE recover rapidly following antibiotic therapy. Herein we report 10-year-old boy with RTPE who presented strawberry tongue, recurrent desquamating perineal erythema. We also reviewed the literature on diseases that toxin mediated and/or with perineal erythema. Pediatric patients with exanthema are mostly seen primarily by pediatrician or family physician, are rarely also seen by dermatologist. With this report, we wish to alert the dermatologists.

12.Clinical Success With Imiquimod Alone and In Combination With Intralesional Interferon In Basal Cell Carcinoma
Hayriye Sarıcaoğlu, İpek Üner, Ayşegül Turan, Emel Bülbül Başkan, Hakan Turan, Şaduman Balaban Adım
doi: 10.4274/turkderm.88319  Pages 239 - 242
Giriş: Bazal hücreli karsinom (BHK), insanlarda en sık görülen deri kanseri tipidir. BHK'ların tedavisinde cerrahi, halen altın standart olarak yerini korumaktadır. Buna rağmen, cerrahiye uygun olmayan ve kozmetik çıkarımları olan bireylerde imikimod krem ve intralezyonel interferon (IFN) alfa-2b gibi, daha az invaziv, cerrahi olmayan seçenekler de bulunmaktadır.
Amaç: Yalnız başına imikomid ya da imikimod ile kombine olarak interferon alfa-2b ile başarılı bir şekilde tedavi ettiğimiz değişik alt tiplerde 11 BHK vakasını sunduk.
Yöntemler: 2005-2010 yılları arasında polikliniğimizde histopatolojik olarak BHK oldukları kanıtlanmış, tek başına ya da IFN alfa-2b ile kombine olarak imikimod ile tedavi edilmiş çeşitli alt tiplerdeki hastalar bu rapora dahil edildi.
Olgular: Sunduğumuz 11 hastadan sadece 4 'ü (3 infiltratif, 1 solid tipler) topikal imikomoda ek olarak haftada 3 gün intralezyonel interferon alfa-2b 3 milyon IU tedavisi de aldı. Geri kalan 7 hasta sadece imikimod %5 krem kullandı. Tüm hastalarda bu tedavi seçenekleri ile tam iyileşme sağlandı.
Tartışma: İmikimod, sadece yüzeyel değil, aynı zamanda, infiltratif, solid ve nodüler tip BHK'larda da etkili bulundu. İntralezyonel interferon alfa-2b'nin de BHK'larda etkili olduğu ve imikimod ile kombine edildiğinde sinerjistik etki gösterdiği bilinmektedir.
Background: Basal cell carcinoma (BCC) is the most common type of skin cancer in humans. Surgery is still the gold standart for treatment of BCCs. However, there are also less-invasive, nonsurgical therapies such as imiquimod cream and intralesional interferon (IFN) alpha-2b for the patients who are poor candidates for surgery and who care cosmetic outcomes. Objective: We report 11 BCC cases with various subtypes successfully treated with either imiquimod alone or in combination with interferon alfa-2b.
Methods: Patients with various subtypes of histopathologically proven BCCs who were treated with imiquimod or combination of imiquimod and IFN alpha-2b between 2005-2010 years at our outpatient clinic are included in this report.
Results: Of 11 patients we reported, only 4 patients (3 infiltrative, 1 solid types) recieved intralesional interferon alpha-2b 3 million IU, 3 times a week combined with topical imiquimod. The rest 7 patients recieved only imiquimod 5% cream. All patients were cured with these regimens.
Conclusion: Imiquimod is found to be effective not only in superficial, but also infiltrative, solid, and nodular types. Intralesional interferon alpha-2b is also known to be effective in BCCs and it has a synergistic effect when combined with imiquimod.

13.Monobenzylether of hydroquinone in universal vitiligo: A case report
İlgen Ertam, Tuğçe Özkapu, İdil Ünal
doi: 10.4274/turkderm.26937  Pages 243 - 245
Vitiligo deride melanosit yıkımı ile seyreden bir hastalıktır. Vücudun %80’inden fazla alanında depigmentasyonun gözlendiği tip universal vitiligo olarak adlandırılmaktadır. Bu hastalarda normal deri alanının renk açıcı tedavilerle açılması da bir tedavi seçeneğidir. Burada, universal vitiligolu bir hastada monobenzil eter hidrokinon (MBEH) ile alınan başarılı sonuç sunulmaktadır.
Vitiligo is a disease characterized by destruction of melanocytes in the skin. The depigmentation of vitiligo observed in more than 80% of the body is called universal type. The treatment of these normal skin areas with depigmenting agents is the other treatment option. Here, the succesful result of the use of the monobenzyl ether of hydroquinone (MBEH) in a patient with universal vitiligo is presented.

WHAT IS YOUR DIAGNOSIS?
14.What is your diagnosis
Hakan Turan, Havva Erdem
Pages 246 - 247
Tanınız nedir? bölümü özet gerektirmemektedir.
Tanınız nedir? bölümü özet gerektirmemektedir.

FROM THE DEPTHS OF DERMATOLOGY
15.
Kongre tarihçesinde yeni bir sekme: Yeni Dünyalı dermatologlar sahnede
Ekin Şavk
Pages 248 - 249
Abstract | Full Text PDF

NEW PUBLICATIONS
16.Pathogenesis and Treatment of Acne and Rosacea

Page 250
Abstract | Full Text PDF

17.2013 Subjet Index

Pages 251 - 253
Abstract | Full Text PDF

18.2013 Referee Index

Page 254
Abstract | Full Text PDF

19.2013 Author Index

Pages 255 - 256
Abstract | Full Text PDF