Turkderm-Turk Arch Dermatol Venereol: 48 (4)
Volume: 48  Issue: 4 - 2014
Hide Abstracts | << Back
EDITORIAL
1.Editorial
Emine Derviş, Mehmet Salih Gurel
Page 171
Abstract | Full Text PDF

ORIGINAL INVESTIGATION
2.Evaluation of acne quality of life, loneliness and life satisfaction levels in adolescents with acne vulgaris
İjlal Erturan, Evrim Aktepe, Orhan Kocaman, Yonca Sönmez, Pınar Yüksel Başak, Ali Murat Ceyhan, Vahide Baysal Akkaya
doi: 10.4274/turkderm.02779  Pages 172 - 176
Amaç: Akne vulgaris, ergenlerde sık görülen dermatolojik hastalıklardan biridir. Bu hastalarda pek çok psikiyatrik mobidite rapor edilmiştir. Bu çalışmanın amacı akne vulgarisli ergenlerde yaşam kalitesi, yalnızlık ve yaşam doyumu düzeylerinin belirlenmesidir.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya akneli 264 ergen ve 250 kontrol dahil edildi. Akne şiddeti global akne derecelendirme sistemi (GADS) ile tayin edildi. Akneli ergenler ve kontrol grubunda yaşam kalitesi Gupta ve ark. tarafından geliştirilen akne yaşam kalite ölçeği (AYKÖ) ile, yalnızlık düzeyleri Russel, Peplau ve Ferguson (1978) tarafından geliştirilen UCLA yalnızlık ölçeği (UYÖ) ile ve yaşam doyumu düzeyleri Diener ve ark. tarafından geliştirilen yaşam doyumu ölçeği ile değerlendirilmiştir.
Bulgular: Hastalarda akne yaşam kalitesi ortalama puanı (13,67±4,75) kontrollere göre (11,14±2,94) anlamlı şekilde daha yüksekti (p<0,001). UCLA yalnızlık ölçeği ortalama puanı akneli hastalarda (32,15±8,46) kontrollere (30,52±8,70) göre anlamlı şekilde daha yüksekti (p=0,031). Hasta grubunda yaşam doyumu ölçeği ortalama puanı (21,82±6,40) kontrollere göre (23,04±6,45) anlamlı şekilde daha düşüktü (p=0,033).
Yaşam doyumu puanları açısından aknesi hafif, orta ve şiddetli olanlar arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (sırasıyla, 22,15±6,32, 21,61±6,20, 16,00±7,26, Kruskal Wallis Testi p=0,036). Akneli ergenlerde YDÖ ve UYÖ puan ortalamaları cinsiyetler arasında anlamlı farklılık göstermezken, erkeklere akne yaşam kalitesi puanları anlamlı şekilde daha yüksek seyretmekte idi.
Sonuç: Sonuçlarımız akneli ergenlerin yaşam kalitelerinin ve yaşam doyumlarının kontrollere göre anlamlı şekilde düştüğünü ve yalnızlık düzeylerinin anlamlı şekilde arttığını göstermiştir. Çalışmamız akne vulgarisli hastalarda yalnızlık ve yaşam doyumunu ortaya koyan ve bu parametrelerin yaşam kalitesi ve akne şiddeti ile ilişkisini irdeleyen ilk çalışma olması açısından önem taşımaktadır.
Background and Design: Acne vulgaris is a dermatological disorder mainly seen in adolescents. Psychiatric morbidity has been reported in these patients. The aim of the present study was to investigate the quality of life, loneliness and life satisfaction levels in adolescents with acne vulgaris.
Materials and Methods: A total of 264 adolescents with acne and 250 controls were included in the study. Acne severity was determined by the Global Acne Grading System (GAGS). Acne Quality of Life Scale (AQOL); developed by Gupta et al., UCLA Loneliness scale (ULS); developed by Russell, Peplau & Ferguson (1978), and the Life Satisfaction Scale (LSS); developed by Diener et al. were used to asses life quality, loneliness and life satisfaction levels, respectively in adolescents with acne and in controls.
Results: The mean AQOL and the mean ULS scores were significantly higher in patients (13.67±4.75 vs 11.14±2.94, p<0.001 and 32.15±8.46 vs 30.52±8.70,p=0.031, respectively). The mean LSS score was significantly lower in acne patients (21.82±6.40) than in controls (23.04±6.45, p=0.033). There was a statistically significant difference in the mean LSS scores between the mild, moderate and severe acne patients (22.15±6.32, 21.61±6.20, 16.00±7.26, respectively; Kruskal Wallis Test p=0.036). While there was no significant difference in the mean ULS and LSS scores between the genders. The mean ALQI score was significantly higher in males than in females (p=0.004).
Conclusion: Our results indicated that acne quality of life and life satisfaction levels were significantly reduced while loneliness levels were significantly increased in adolescents with acne compared to controls. Our study is important in terms of being the first study investigating the loneliness and life satisfaction levels in acne patients and the relationship between these parameters and severity of acne.

3.Quality of life, problem solving, focus of control and anger tendency in the patients with acne
Erman Bağcıoğlu, Bülent Bahçeci, Ahmet Öztürk, Erdem Deveci, Sezai Şaşmaz, Mehmet Fatih Karaaslan
doi: DOI: 10.4274/turkderm.70048  Pages 177 - 181
Amaç: Bu çalışmada akne hastalarının depresyon ve anksiyete düzeyleri, problem çözme, kontrol odağı, öfke eğilimi, yaşam kalitesi düzeyleri ve bunların aknenin klinik özellikleriyle ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza akne vulgaris tanısı konmuş 52 kişi ile 46 sağlıklı kontrol dahil edildi. Bütün hastalar, dermatolog tarafından akne şiddetine göre derecelendirildi. Katılımcılara Hamilton Anksiyete Değerlendirme ölçeği (HAM-A) ve Montgomery-Asberg Depresyon Değerlendirme Ölçeği (MADRS) psikiyatrist (BE) tarafından uygulandı. Kısa Semptom Envanteri (KSE), Problem Çözme envanteri (PÇE), Sürekli Öfke-Öfke Tarz Ölçeği (SOOTO) ve Rotter’in İç-Dış Kontrol Odağı Ölçeği ( RİDKOÖ) ve SF-36 (yaşam kalitesi kısa form) uygulandı.
Bulgular: Akne hastalarının depresyon ve anksiyete skorları kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksekti. Kısa semptom envanterinde akne hastalarının anksiyete bozukluğu, depresyon, kişiler arası duyarlılık ve paranoid düşünce skorları kontrol grubundan anlamlı derecede yüksek bulundu. SF-36 ölçeğine göre de fiziksel rol güçlüğü, genel sağlık ve mental sağlık skorları akne hastalarında kontrol grubuna göre anlamlı derecede düşüktü.
Sonuç: Çalışmamızın sonuçları akne vulgaris’in depresyon ve anksiyete gibi bazı psikiyatrik problemlere yol açtığı ve hastanın yaşam kalitesini olumsuz olarak etkilediği yönündeki önceki bulguları desteklemektedir.
Background and Design: In this study, we evaluated anxiety and depression levels, levels of problem solving, focus of control, tendency to anger and quality of life in patients with acne as well as the association between those parameters and the clinical features of acne.
Materials and Methods: Fifty-two patients with mild to severe acne vulgaris and 46 healthy controls were enrolled. Acne severity was graded in all patients by a dermatologist. The Montgomery-Asberg Depression Rating Scale (MADRS), Hamilton Anxiety Rating Scale (HAM-A), Brief Symptom Inventory (BSI), Problem Solving Inventory (PSI), The State-Trait Anger Scale (STAS), Rotter’s Internal-External Focus of Control Scale (RIELCS) and the Short Form 36-Item Health Survey (SF-36) were applied to all participants.
Results: In our study, we found out that anxiety and depression scores were significantly higher in patients with acne vulgaris than in controls. In BSI, anxiety disorders, depression, interpersonal sensitivity, and paranoid thoughts scores were significantly higher in patients with acne than in controls. According to SF-36, physical role difficulty, general health and mental health scores were significantly lower in patients with acne.
Conclusion: The results of our study support the previous findings suggesting that acne vulgaris leads to various psychiatric problems, such as depression and anxiety and, adversely affects quality of life of patients.

4.Prevalence of acne in primary school children and the relationship of acne with pubertal maturation
Hilal Kaya Erdoğan, İlknur Kıvanç Altunay, Serap Turan
doi: 10.4274/turkderm.05902  Pages 182 - 186
Amaç: Akne vulgaris, genellikle adolesan dönemin hastalığı olarak düşünülmekle birlikte yaşamın ilk yılında, erken çocuklukta ve prepubertal dönemde de görülebilir. Akne pubertal gelişimin ilk belirtisi olarak karşımıza çıkabilir. Çalışmamızda ilkokul çocuklarında akne prevalansını saptamayı, bu çocuklardaki mevcut puberte bulgularını değerlendirmeyi, akne varlığı ve şiddeti ile puberte bulguları arasındaki ilişkiyi incelemeyi
ve prepubertal akne kavramını gözden geçirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: İstanbul ilindeki 2 okuldaki 1000 öğrenci çalışmaya alındı. Yaş, cinsiyet, akne varlığı, akne lokalizasyonu ve şiddeti kaydedildi. Akne şiddet derecesi Orfonos Gollnick Akne Derecelendirme Sistemine göre, pubertal gelişim evresi Morris ve Udry’nin geliştirdiği validasyonu yapılmış kendini değerlendirme formu kullanılarak değerlendirildi. Verilerin istatistiksel analizi yapıldı.
Bulgular: Çalışmaya yaş aralığı 7-11 olan 534 erkek ve 466 kız ilkokul öğrencisi alındı. Öğrencilerin toplam %11,5’inde akne saptandı. Kızların %20’sinde, erkeklerin ise %4’ünde akne mevcuttu. Akne varlığı ile yaş karşılaştırıldığında, aknesi olan grubun yaş ortalaması daha yüksekti. Akne şiddeti ile yaş karşılaştırıldığında; akne şiddeti 1 olan grubun yaş ortalaması akne şiddeti 2 olan grubun yaş ortalamasından daha düşüktü.
Öğrencilerin tümünde mid-fasyal akne vardı. Akne varlığı ile pubertal bulgular değerlendirildiğinde, pubertal kızlarda akne oranı daha yüksekti. Prepubertal olan erkeklerde akne gözlenmedi. Akne şiddeti ile pubertal bulgular değerlendirildiğinde, prepubertal olan ve olmayan kızlarda akne şiddet oranları arasındaki fark anlamlı değildi. Akne ile telarş evreleri karşılaştırıldığında; aknesi olmayan grubun telarş dereceleri daha düşüktü. Akne ile puberte evresi karşılaştırıldığında aknesi olan çocukların puberte evresi daha ileri idi.
Sonuç: Verilerimiz akne prevalansının pubertal gelişim ve yaş ile ilişkili olduğunu göstermekte, son yıllarda pubertal gelişimin erkene kaymasına
paralel olarak aknenin pubertal gelişimin ilk göstergesi olabileceği şeklindeki varsayımı desteklememektedir.
Background and Design: Although acne vulgaris is generally regarded as a disease of adolescence period, it can occur in infancy, early childhood and prepubertal period. Acne may emerge as the first sign of pubertal maturation. In our study, we aimed to determine the acne prevalence in primary school children, then, evaluate the pubertal signs in those children; examine the correlation of the presence and severity
of acne with pubertal signs, and finally, revise the concept of prepubertal acne.
Materials and Methods: A thousand students from 2 schools in Istanbul were included in the study. Age, gender, and the presence, localization and severity of acne were recorded. Acne severity was evaluated using the Orfanos-Gollnick Acne Grading System while a validated self evaluation form which had been developed by Morris and Udry was used to evaluate pubertal stage. Data were evaluated statistically.
Results: Five hundred and thirty-four male and 466 female primary school children, with an age range of 7 to 11, were included in the study. Acne was determined in 11.5% of the students. 20% of girls and 4% of boys had acne. Comparing acne presence and age, the average age was higher in group with acne than those with no acne. The mean age of children with grade 1 acne was lower than those with grade 2 acne. All the students with acne had mid-facial acne. Comparing acne presence and pubertal symptoms, the rate of the presence of acne was higher in pubertal girls. No acne was observed in prepubertal boys. Evaluating acne severity and pubertal signs, the difference between prepubertal and pubertal girls was not significant. Comparing acne and telarche stages, the group without acne had lower telarche rates. Comparing acne and pubertal stages,
children with acne had advanced puberty.
Conclusion: Our study denotes that acne prevalence is related to pubertal maturation and age; while it does not support the hypothesis that acne is the first sign of pubertal development.

5.Psoriasis disability index: The role of sociodemographic and clinical variables
Şebnem Aktan, Sevgi Akarsu, Melda Demirtaşoğlu, Ayşe Şebnem Özkan
doi: 10.4274/turkderm.23427  Pages 187 - 192
Amaç: Çeşitli çalışmalarda psoriasisin fiziksel, psikolojik ve sosyal fonksiyonları etkileyebildiği gösterilmiştir. Bu çalışmada psoriasisli olgularda sosyo-demografik ve klinik özelliklerin psoriasise özgü bir yaşam kalite indeksi olan Psoriasis İşlev Kaybı İndeksi (PİKİ) üzerindeki etkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya alınan 70 psoriasis olgusunun sosyo-demografik ve klinik verileri ile hekim ve hasta tarafından değerlendirilen psoriasis alan şiddet indeksi (PASI ve SAPASI) değerleri kaydedilmiş ve subjektif yakınmaları sorgulanmıştır. Ayrıca olguların son dört hafta içinde günlük aktiviteler, iş/okul, kişisel ilişkiler, boş zaman ve tedavi ile ilgili yaşadıklarını sorgulayan 15 soruluk bir anket doldurmaları (PİKİ) sağlanmıştır. Olguların ortalama PİKİ skoru ve alt kategori skorları ile sosyodemografik ve klinik veriler arasındaki korelasyon araştırılmıştır.
Bulgular: Olguların ortalama PASI ve SAPASI ortalama skorları ile PİKİ skoru arasında istatistiksel olarak anlamlı bir pozitif korelasyon belirlenmiştir. Erkeklerde boş zaman ve iş/okul ile ilgili aktivitelerin kadınlara oranla daha fazla etkilendiği görülmüştür. Lezyonları kozmetik bozukluğa yol açan, klinik olarak şiddetli psoriasisi olan, hastalık süresi 10 yıldan fazla ve/veya psoriasis başlangıç yaşı 40’ın altındaki olguların PİKİ ve günlük aktivite, kişisel ilişkiler, iş/okul ve/veya boş zaman etkinliklerinin anlamlı olarak daha fazla etkilendiği gözlenmiştir. Ayrıca kaşıntı, kas ağrısı ve halsizlik gibi subjektif semptomu olan hastalarda kişisel ilişkiler, günlük ve iş/okul ile ilişkili aktivitelerin olumsuz olarak etkilendiği saptanmıştır.
Sonuç: Bu çalışmada PİKİ’nin hem klinik şiddet hem de sosyo-demografik ve klinik değişkenlerle anlamlı bir korelasyon gösterdiği saptanmıştır. Bununla birlikte kaşıntı gibi subjektif semptomlarla ilişkili yaşam kalitesini sorgulayan ek soruların da eklenmesinin uygun olacağı düşünülmüştür.
Background and Design: A variety of studies have demonstrated that psoriasis can affect psychological, social and physical functions. The purpose of this study was to determine the impact of the sociodemographic and clinical characteristics on Psoriasis Disability Index (PDI), which is a psoriasis-specific health-related quality of life instrument.
Materials and Methods: A total of 70 patients with psoriasis were included in this study and sociodemographic features of the patients, psoriasis area severity index scores evaluated by physician and patient (PASI and SAPASI) and the presence of subjective symptoms associated with psoriasis were recorded. In addition, the patients were asked to complete a questionnaire (PDI) consisting of a series of 15 questions related to daily activities, work/school, personal relationships, leisure and treatment, dealing with the past four weeks. Correlations between PDI and its subscale scores with sociodemographic and clinical features were analyzed.
Results: There were statistically significant positive correlations between mean PDI scores and both of mean PASI and SAPASI scores. Activities of leisure and work/school were found to be more effected in men than in women. PDI and daily activities, personal, work/school and/or leisure activities were also detected to be more effected in patients with cosmetic involvement, severe psoriasis, long duration of disease (≥10 years) and young age of onset. In addition, in patients with subjective symptoms, such as pruritus, muscle pain and fatigue, personal relations, daily and work/school activities were found to be negatively affected.
Conclusion: In this study, mean PDI scores correlated significantly both with clinical severity and sociodemographic variables. Nevertheless, we assume that addition of questions examining quality of life related to subjective symptoms such as pruritus would be appropriate.

6.Impact of obesity on disease severity in patients with plaque type psoriasis
Nuriye Kayıran, Selma Korkmaz, Orhan Özgöztaşı
Pages 193 - 196
Amaç: Psöriasis deri, saçlı deri, tırnak ve eklemleri tutan, aktivasyon ve remisyon periyodları ile karakterize kronik inflamatuvar sistemik bir hastalıktır. Psöriasis etyopatogenezi tam olarak açıklananamış olsa da birçok genetik ve çevresel faktörün hastalık gelişiminde rol oynadığı düşünülmektedir. Hastalığın seyri ve şiddetini etkileyen bu faktörler arasında tekrarlayan fiziksel travmalar, obezite, sigara içimi, ailede psöriasis öyküsü ve majör stres bozuklukları yer almaktadır. Bu çalışmada kronik plak psöriasisli hastalarda, obezitenin psöriasisin klinik şiddeti üzerine etkisinin araştırılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya kronik plak tip psöriasis tanısı alan 325 hasta alındı. Her bir hastanın Vücut Kitle İndeksi (VKİ) ve Psöriasis Alan Şiddet İndeksi (PAŞİ) değerleri kaydedildi. Hastaların VKİ değerleri ile psöriasis şiddeti ve PAŞİ skorları arasındaki ilişki araştırıldı.
Bulgular: Psöriasisli normal, kilolu ve obez hastalar hastalık şiddeti açısından karşılaştırıldığında aralarında istatistiksel olarak anlamlı bir fark tespit edilmedi (p=0,707). Hastaların VKİ ve PAŞİ değerleri arasındaki korelasyon incelendiğinde de iki parametre arasında anlamlı bir korelasyon saptanmadı (r=0,006, p=0,916).
Sonuç: Çalışmamızda, obezitenin her ne kadar hastalık şiddetine etkisi gösterilememişse de hastalığın tetiklenmesi ve başlangıcı üzerine olası etkisinin, sağlıklı kontrol grubu kullanılarak araştırılması gerektiğini söyleyebiliriz.
Background and Design: Psoriasis is a chronic inflammatory systemic disease involving the skin, scalp, nails, and the joints and is characterized by periods of remission and exacerbation. Although the pathogenesis of psoriasis is not fully understood, many genetic and environmental factors are believed to have a role in the development of the disease. Obesity, smoking, family history of psoriasis, repetitive physical traumas and major stress disorders are the factors thought to affect the severity and progress of the disease. In this study, we aimed to investigate the effects of obesity on the clinical severity of psoriasis in patients with chronic plaque psoriasis.
Materials and Methods: Three hundred twenty-five outpatients with chronic plaque-type psoriasis were enrolled in the study. Body Mass Index (BMI) and Psoriasis Area and Severity Index (PASI) values were recorded for each patient.
Results: When normal, overweight and obese psoriasis patients were compared, a statistically significant difference was not found in disease severity (p=0.707). There was also no significant correlation between BMI and PASI values (r=0.006, p=0916).
Conclusion: Although no effect of obesity on the severity of the disease was shown in our study, further controlled population based studies are needed to investigate the possible role of obesity in triggering and beginning of the disease.

7.The evaluation of clinical and laboratory findings of 63 inpatient with cutaneous anthrax: Characteristics of cutaneous anthrax in Turkey
Hatice Uce Özkol, Sevdegül Karadaş, Mahmut Sünnetçioğlu, Mehmet Reşat Ceylan, Ömer Çalka, Hüseyin Güdücüoğlu
doi: 10.4274/turkderm.12844  Pages 197 - 203
Amaç: Gelişmiş ülkelerde çok nadir görülen deri şarbonu (DŞ) ülkemizde halen endemik bir hastalık olarak görülmektedir. Bu çalışmada Türkiye’den bildirilen çalışmaların sonuçlarını kendi sonuçlarımızla karşılaştırıp DŞ’nin karakteristiğini ortaya koymayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Ekim 2009 ve Aralık 2012 arasında yatırılarak tedavi edilen DŞ hastaları geriye dönük olarak incelendi. Tüm hastaların tanısı klinik bulgular ve/veya laboratuvar sonuçlarına göre konuldu. Hastaların demografik özellikleri, rutin tetkikleri, yara kültürü ve gram boyama sonuçları kaydedildi. Bulgular SPSS 13.0 istatistik programına kaydedildi ve yüzde (%) verilerek yazıldı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 63 hasta katıldı. Bu hastalar içinde 41 bayan (%65,1) ve 22 erkek (%34,9) hasta vardı. Hastaların yaş ortalaması 35,9 (10-83 yaş) idi. Kırk dokuz hastada (%77,8) hayvan ve hayvan ürünlerine temas öyküsü vardı. Otuz sekiz hasta (%60,3) yaz mevsiminde yirmi bir hasta (%33,3) sonbahar mevsiminde saptandı. Şarbon lezyonları en sık sol elde (%30,2) görüldü. Elli bir hastada gram boyama ve kültür yapıldı. Gram yaymada 17 hastada gram pozitif basil (%33,3) saptandı ve 11 hastada (%21,5) Basillus anthracis basili kültürde üretildi. DŞ tedavisinde en sık penisilin tercih edildi (%87,3).
Sonuç: Doğu Anadolu'da DŞ halen endemiktir ve son yıllarda artarak devam etmektedir. Hayvancılık yapan köylerdeki bayanlar en önemli risk grubudur. Riskli toplumun eğitilmesi, hayvanların aşılanması ve sınırdan kaçak hayvan girişlerinin kontrol edilmesi gibi önleyici tedbirler hastalığın görülme sıklığını azaltacaktır
Background and Design: Despite a very uncommon disease in developed countries, cutaneous anthrax (CA) is currently endemic in our countries. In this study, we aimed to bring out characteristic of anthrax of Turkey by comparing our results and the other CA reports in Turkey. Materials and Methods: Sixty three inpatients with CA between October 2009 and December 2012 were investigated retrospectively. All patients were diagnosed CA by clinical finding and/or microbiological examination. The demographic characteristics patient, routine tests, wound culture and gram staining results were recorded. Results were recorded on statistical program of SPSS 13.0 and were written using percent (%).
Results: There were 63 inpatients (41 female (65.1%), 22 male (34.9%), mean age 35.9 years range10-83). Forty nine patients (77.8%) had a history of contact with animals or animal product. Thirty-eight (60.3%) and twenty-one (33.3%) patients were found in the summer and fall season, respectively. Gram staining and culture were performed in 51 patients. Gram-positive bacilli were detected in 17 patients (33.3%) by gram smear. Bacillus anthracis bacilli were produced in 11 patients (21.5%) in cultures test. The lesions were mostly seen on the left hand (30.2%). Penicillin was most frequently preferred in treatment of CA (87.3%).
Conclusion: CA is still endemic in Eastern Anatolia and continues to increase in recent years. Women living in the villages in which income is obtained from buying and selling of animals constitute the most important risk group. Preventive actions such as training of the risky society, vaccination of animals, and obstructing of illegal animal entries across the border, will reduce the incidence of CA.

8.Serum IL-23 levels in patients with vitiligo
Fatma Pelin Cengiz, Nazan Emiroğlu, Bengü Çevirgen Cemil, Ümmü Gül Bahar Erdem, Funda Kemeriz
doi: 10.4274/turkderm.82957  Pages 204 - 207
Amaç: İnterlökin-23 otoimmün hastalıkların patogenezinde etkili olduğu düşünülen, bu yüzden otoimmün hastalıkların tedavisinde hedef molekül olarak kullanılabilen bir sitokindir. Th17 hücrelerini indükleyerek, bu hücrelerden interlökin-17 (İL-17) salgılanmasına neden olur. Bu çalışmada vitiligolu hastalarda serum interlökin-23 (İL-23) düzeyinin araştırılarak, sağlıklı gönüllülerle kıyaslanması ve vitiligo etiyolojisindeki olası
rollerinin değerlendirilmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Araştırmamız, dermatoloji polikliniğine başvuran, klinik olarak ve wood lambası muayenesi ile vitiligo tanısı konulan 34 kadın ve 17 erkek toplam 51 vitiligo hastasını içermektedir. Yaş ve cins uyumlu 24 kadın ve 12 erkek sağlıklı gönüllü de kontrol grubu olarak çalışmada yer aldı. Alınan periferik venöz kan örneklerinde İL-23 düzeyleri ölçüldü. İstatistiksel analiz SPSS 16.0 programı ile yapıldı.
Bulgular: Çalışmaya alınan 51 vitiligolu hastanın 34’ü (%66,7) kadın, 17’si (%33,3) erkekti. Otuz altı kişiden oluşan kontrol grubunun 24’ü (%66,7) kadın, 12’si (%33,3) erkekti. Vitiligolu olgular ile kontrol grubu, yaş ve cinsiyet dağılımı açısından benzer bulundu (p>0,05) (p>0,05). Elli bir hastanın 13’ünde (%25,5) fokal tip, 3’ünde (%5,9) segmental tip, 5’inde (%9,8) akrofasiyal tip, 3’ünde (%5,9) universal tip vitiligo saptanırken; 27’sinde (%52,9) generalize tip vitiligo saptanmıştır. Serum İL-23 ortalama değerleri açısından; hasta ve kontrol grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p=0,171). Ayrıca vitiligonun vücut yüzey alanı tutulumuyla, anogenital tutulumunun olmasıyla, tipiyle, hastalığın süresi ve hastaların cinsiyetiyle; İL-23 düzeyleri arasında da istatistiki olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p=0,904, p=0,335, p=0,354, p=0,317, p=0,729).
Sonuç: Literatürde araştırabildiğimiz kadarıyla, çalışmamız vitiligoda İL-23 serum düzeyini araştıran ilk çalışmadır. İL-23 düzeyi vitiligolu hastalardayüksek saptanmamıştır. Çalışmamızdan elde ettiğimiz sonuçların geçerliliğinin doğrulanması açısından, daha geniş hasta gruplarında serum İL-23 düzeyine yönelik çalışmaların yapılmasının faydalı olacağı kanısındayız.
Background and Design: Interleukin-23 (IL-23) is a cytokine which is believed to have an important role in the pathogenesis of autoimmune diseases. Therefore, it can be used as a target molecule in the treatment of autoimmune diseases. The aim of our study was to determine serum IL-23 levels in patients with vitiligo to understand their possible roles in the disease etiology and to compare the results with the healthy controls.
Materials and Methods: Fifty-one patients, who applied to the dermatology outpatient clinic and were diagnosed with vitiligo clinically and by wood lamp inspection, were enrolled in our study. Thirty-six age- and sex-matched healthy subjects were also enrolled as the control group. Serum IL-23 levels were studied in peripheral venous blood samples. Statistical analyses were made by SPSS version 16.0 for Windows.
Results: Vitiligo group and control group were similar in terms of age and sex. Generalized type vitiligo was detected in 27 (52,9%), whereas focal, acrofacial, segmental and universal forms were detected in 13 (25,5%), 5 (9,8%), 3 (5,9%) and 3 (5,9%) of the patients, respectively. Mean serum IL-23 values were not significantly different between patient and control group (p=0.606). We also showed that serum IL-23 levels did not show any statistically significant difference in patients according to the size of the body surface area involved, involvement of the anogenital area, clinical
manifestation, duration of disease and gender respectively (p=0.904, p=0.335, p=0.354, p=0.317, p=0.729, respectively).
Conclusions: To our knowledge, this is the first study investigating IL-23 levels in vitiligo. According to our findings, IL-23 level was not higher in vitiligo patients. Because of the small number of subjects involved in our study, further studies involving larger groups are needed to verify our results in IL-23 levels in vitiligo patients.

9.Evaluation of skin lesions of lupus with Turkish revised cutaneous lupus erythematosus disease area and severity index
Yıldız Gürsel Ürün, Salim Dönmez, Özer Arıcan, Ömer Nuri Pamuk
doi: 10.4274/turkderm.96630  Pages 208 - 214
Amaç: Lupus eritematozuslu (LE) hastaların deri bulgularını değerlendirmek amacıyla kutane lupus eritematozus hastalık alan ve şiddet indeksi (KLASİ) kullanılmaktadır. Son yıllarda daha objektif değerlendirme sağlayan revize edilmiş kutane lupus eritematozus hastalık alan ve şiddet indeksi (RKLASİ) geliştirilmiştir. Ancak ölçeğin kullanımıyla ilgili yeterince çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışmadaki amacımız, RKLASİ’yi Türkçe’ye çevirerek klinik kullanımını artırmak ve KLASİ’yi etkileyen faktörlerin RKLASİ üzerindeki etkilerini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: Ölçek, uluslararası çeviri basamakları izlenerek Türkçe’ye çevrildi. Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne başvuran toplam 93 LE hastası çalışmaya alındı. Hastaların sosyo-demografik ve klinik özellikleri kayıt edildi. Deri bulguları RKLASİ ile hesaplanarak aktivite ve hasar skoru olmak üzere iki ayrı skor elde edildi. Elde edilen skorlar ile hastaların yaşları, cinsiyetleri, hastalık süreleri, yüz tutulumları, LE alt tipleri ve antinükleer antikor, Anti-Ro/SS-A antikor, Anti-La/SS-B antikor pozitiflikleri arasındaki ilişkiler değerlendirildi.
Bulgular: Ortalama aktivite skoru 2,59±2,88, ortalama hasar skoru 0,81±1,88 olarak bulundu. Yaş grupları arasında aktivite ve hasar skoru karşılaştırıldığında anlamlı istatistiksel bir fark saptanmadı. Erkek hastalarda hasar skorunun kadın hastalara göre anlamlı derecede yüksek olduğu gözlendi. Aktivite skoru, hastalık süresi üç yıldan fazla olan hastalar ile yüz tutulumu olan hastalarda istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek saptandı. LE alt tipleri ile aktivite ve hasar skoru arasında anlamlı istatistiksel bir fark bulunamadı. RKLASİ hasar skoru Anti-La/SS-B antikor pozitif hastalarda istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek saptandı.
Sonuç: RKLASİ LE’li hastaların deri bulgularını değerlendirmek için kullanılabilecek uygun bir skorlama sistemidir. Bu ölçekte elde edilen skorlar cinsiyete, hastalık süresine ve yüz tutulumu olup olmamasına göre değişkenlik gösterebilmektedir.
Background and Design: The Cutaneous Lupus Erythematosus Disease Area and Severity Index (CLASI) is used to evaluate the cutaneous manifestations in patients with lupus erythematosus (LE). In recent years, the Revised Cutaneous Lupus Erythematosus Disease Area and Severity Index (RCLASI) which provides more objective assessment has been developed, but the number of studies utilizing RCLASI are limited. The aim of this study was to increase the clinical use of the RCLASI by translating this scale into Turkish and to evaluate the effects of factors, which affect CLASI, on RCLASI.
Materials and Methods: The scale was translated into Turkish by using proper international translation steps. Ninety-three LE patients who were admitted to Trakya University Faculty of Medicine were included in this study. Socio-demographic and clinical characteristics of the patients were recorded. Cutaneous manifestations were calculated using RCLASI. Two scores were obtained: activity and damage scores. The relationship of the scores with patient age, gender, duration of illness, facial involvement, subtypes of LE, and antinuclear antibody, Anti-Ro/ SS-A antibody and Anti-La/SS-B antibody positivities were evaluated.
Results: The mean activity and damage scores were 2.59±2.88 and 0.81±1.88, respectively. When activity and damage scores were compared between the age groups, there was no statistically significant difference. The damage scores were significantly higher in male patients than in female patients. The activity scores were statistically significantly higher in patients with disease duration of more than three years and facial involvement. There was no statistically significant difference between the subtypes of LE and the activity and damage scores. RCLASI damage scores were statistically significantly higher in Anti-La/SS-B antibody positive patients.
Conclusion: RCLASI is an appropriate scoring system to evaluate the cutaneous manifestations in patients with LE. The scores obtained from this scale may vary depending on gender, disease duration and presence of facial involvement.

10.Fibromyalgia syndrome in chronic urticaria patients
Aylin Gözübüyükoğulları, Duru Tabanlıoğlu Onan, Nuran Allı
doi: 10.4274/turkderm.48902  Pages 215 - 218
Amaç: Çalışmamızda kronik ürtikerli hastalarda fibromyalji sendromunun sıklığının belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntemler: Çalışma 100 kronik ürtikerli hasta ve 61 kontrol grubu hastasının katılımı ile gerçekleştirildi. Kronik ürtikerli hasta grubu ürtiker etyolojisine yönelik tetkik edildi ve hastalara otolog serum deri testi uygulandı. Kronik ürtikerli hastalar ve kontrol grubu hastaları fibromyalji sendromu açısından değerlendirildi, kriterleri sağlayan hastalar fibromyalji sendromu tanısı aldı.
Bulgular: Kronik ürtikerli hastalarda fibromyalji sendromu görülme oranı (%23), kontrol grubuna (%1,6) göre anlamlı olarak daha yüksek tespit edildi. Fibromyalji sendromu saptanan olguların tümü kadındı ve fibromyalji sendromu tanısı almayan olgulara göre istatistiksel açıdan anlamlı olarak kadın cinsiyet öne çıkmaktaydı. Kronik ürtikerli hastaların %26’sında tiroid otoimmünitesi pozitif saptandı. Fibromyalji sendromu tanısı alan ve almayan olgular arasında tiroid otoimmünitesi ve otolog serum deri testi pozitifliği görülme sıklığı açısından anlamlı bir farklılık saptanmadı.
Sonuç: Kronik ürtikerli hastalarda fibromyalji sendromu görülme oranı, bu hastalığın toplumdaki sıklığına göre daha yüksektir. Bu nedenle kronik ürtikerli hastaların, hayat kalitesini oldukça düşüren bir hastalık olan fibromyalji sendromu açısından da değerlendirilmesini önermekteyiz. Bununla birlikte bu iki hastalığı etkin bir şekilde tedavi edebilmek amacıyla, patogenezdeki ortak noktaların ortaya çıkarılması açısından ileri çalışmaların gerekli olduğu düşüncesindeyiz.
Background and Design: The aim of our study was to determine the frequency of fibromyalgia syndrome in chronic urticaria patients.
Materials and Methods: The study was carried out with the participation of 100 chronic urticaria patients and 61 control group patients. Chronic urticaria patients were investigated for the etiology of urticaria and the autologous serum skin test was performed in those patients. Both the chronic urticaria patients and the controls were evaluated for fibromyalgia syndrome, and the patients fulfilling the diagnostic criteria were diagnosed to have fibromyalgia syndrome.
Results: The frequency of fibromyalgia syndrome was significantly higher in chronic urticaria patients (23%), than in the control group (1.6%). All the patients, who were diagnosed with fibromyalgia syndrome, were female and the rate of female gender was significantly higher than in the group without fibromyalgia syndrome. Thyroid autoimmunity was positive in 26% of chronic urticaria patients. No significant difference was detected in the frequency of thyroid autoimmunity and autologous serum skin test positivity between the patients with and without fibromyalgia syndrome.
Conclusion: The prevalence of fibromyalgia syndrome in chronic urticaria patients is higher than in the general population. Therefore, we suggest evaluation of chronic urticaria patients in terms of fibromyalgia syndrome which is a disease that decreases the quality of life considerably. Furthermore, in order to treat these two diseases effectively, future studies are necessary to determine the common points in the pathogenesis.

11.Evaluation of bacterial colonization in patients with the diagnosis of mycosis fungoides
Bengü Nisa Akay, Nehir Parlak, Hatice Şanlı, Alpay Azap
doi: 10.4274/turkderm.26928  Pages 219 - 223
Amaç: Mikozis fungoides (MF) derinin en sık görülen kutanöz T hücreli lenfomasıdır (KTHL). İnfeksiyon oluşumu MF’li hastalarda en sık komplikasyonlardandır. MF/Sezary sendromlu (SS) hastalarda deri infeksiyonlarının en yaygın patojeni Staphylococcus aureusdur (S.aureus). İnfeksiyon ajanlarının, MF/SS’nin oluşumundaki rolü ve hastalığın klinik seyrine etkileri ise tartışmalıdır. Bu çalışmada MF/SS’li hastalarda, burun, aksilla ve boğazda patojen bakteriyel ajan kolonizasyonunun kontrol grubu ile karşılaştırıldığında yaygınlığının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 66 MF/SS’li hasta ve kontrol grubunu oluşturmak üzere 66 sağlıklı kişi dahil edildi. Hastalardan burun, boğaz ve aksilla kültürleri alındı ve Clinical and Laboratory Standards Institute (CLSI) standartlarına göre değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 66 MF/SS’li hastaların yaş ortalaması 55,96±14,82 yıldı (21-84). MF’li hastaların 48’i ≤evre 2A, 18’i ≥evre 2B ve Sezary sendromuydu (SS). MF/SS’li hastalarda burunda ve aksillada patojen bakteri kolonizasyon sıklığı kontrol grubu ile karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmazken, boğazda patojen bakteri kolonizasyonu MF/SS lehine istatistiksel olarak anlamlı fark oluşturdu (p=0,001). S.aureus kolonizasyon sıklığı açısından iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p=0,234). Erken evre MF’li hastalar, geç evre MF/SS’li hastalar ile boğazda patojen bakteri kolonizasyon sıklığı açısından karşılaştırıldığında geç evre lehine istatistiksel olarak anlamlı fark saptanırken (p=0,004), aksilla ve burun kültürlerinde fark saptanmadı.
Sonuç: Bu çalışmada MF/SS’li hastalarda boğazda bakteri kolonizasyonu ve burunda S.aureus taşıyıcılığı yüksek bulundu. Bu problemin basit ve maliyet etkin yöntemlerle kontrol altına alınması ile kaşıntı, kızarıklık ve skuamasyon gibi semptomlar üzerine düzeltici etkilerinin olup olmayacağı konusunda çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Background and Design: Mycosis fungoides (MF) is the most common form of cutaneous T-cell lymphoma (CTCL). Bacterial infections are a common complication of MF/Sezary syndrome (SS). Staphylococcus aureus is the most common causes of skin infections in patients with MF/SS. However, the role of infectious agents and their effects on the clinical course is controversial. In this study, we aimed to assess the prevalence of the colonization of bacterial pathogens among individuals with MF/SS in comparison with control subjects.
Materials and Methods: Sixty-six patients with MF/SS and 66 healthy control subjects were included in this study. The subjects were swabbed in the nose, throat and axilla and the samples were evaluated according to the Clinical Laboratory Standards Institute (CLSI) criteria.
Results: The mean age of the patients was 55.9±14.8 years (range: 21-84 years). Forty-eight patients were with ≤stage 2A, 18 were ≥stage 2B SS and MF. No statistically significant difference was observed in the frequency of pathogenic bacteria colonization in the nose and axilla between the two groups. However, in the throat it was statistically higher in MF/SS (p=0.001). There was no statistically significant difference between the two groups in terms of S.aureus colonization. The frequency of pathogenic bacteria colonization in the throat cultures were significant (p=0.004) for patients with late stage disease compared to those with early stages, but this was not shown in axilla and nose cultures.
Conclusion: In this study, bacterial colonization in the throat and nasal carriage of S.aureus were found to be higher in patients with MF/SS. Further studies on the benefits of controlling this problem, possibly with simple and inexpensive methods that might ameliorates the symptoms such as itching, scaling and erythema are needed.

12.Evaluation of clinical and dermoscopic features of acral melanocytic nevi
Hamza Aktaş, Sema Aytekin
doi: 10.4274/turkderm.04379  Pages 224 - 228
Amaç: Bu çalışmada akral melanositik nevusların klinik ve dermoskopik özellikleri araştırıldı.
Gereç ve Yöntem: Mart-Kasım 2009 tarihleri arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Dermatoloji polikliniğine başvuran 154 hasta değerlendirildi. Hastaların yaşları 7-74±12,8 arasında değişmekteydi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, deri tipi, lezyonların anatomik lokalizasyonu, rengi, çapı, tipi, çıkış zamanı, dermoskopik paternleri prospektif olarak incelendi.
Bulgular: Çalışmaya alınan 154 hastanın 235 akral melanositik nevusu değerlendirildi. Hastaların 85’i erkek (%55,2) 69’u kadın (%44,8) olup yaş ortalaması 28,1 olarak saptandı. Çalışmaya dahil edilen lezyonların 213’ü (%90,6) edinsel iken, 22’si (9,4) konjenitaldi. Lezyonların 112’si palmar bölgede, 66’sı parmaklarda ve 57’si plantar bölgede lokalize idi. Çalışmada en sık paralel oluk paterni ve onun varyantları saptanırken
(%58,7), daha sonra sırasıyla kafes benzeri patern (%13,6), retiküler patern (%8,9), homojen patern (%6), fibriler patern (%5,1) ve globüler patern (%1,7) saptandı. Bireylerin hiçbirinde paralel sırt paterni saptanmazken iki lezyonda çok bileşenli patern saptandı. Lezyonların yerleşim yerine göre dermoskopik paternleri karşılaştırıldığında ortak olarak en sık paralel oluk paterni saptanmakla birlikte bazı bölgelerde paralel oluk
paterninden sonra daha sık görülen paternler farklılık gösteriyordu bu da istatistiksel olarak anlamlıydı.
Sonuç: Çalışmamızın sonuçları daha önce yapılan çalışmalar ile uyumlu bulunmakla beraber, diğer çalışmalara göre retiküler patern ve homojen patern daha yüksek oranda saptanırken, fibriler patern daha düşük oranda saptandı.
Objective: In this study, we aimed to evaluate the clinical and dermoscopic characteristics of acral melanocytic nevi.
Materials and Methods: We evaluated a total of 154 patients who were admitted to the department of dermatology at Dicle University Medical Faculty, between March 2009 and November 2009. The age range of patients was between 7 and 74 years. The patients were examined in terms of age, gender, skin types as well as anatomic localization, color, size, type, and dermoscopic patterns of the lesions and, whether the lesions were congenital or acquired (time of inception).
Results: We retrospectively analyzed digital images of 235 acral melanocytic lesions in 154 patients (85 males and 69 females; mean age: 28.1 years). Two hundred and thirteen (91.6%) lesions were acquired while 22 (9.4%) were congenital. Individual lesions were located on the palms (n=112), fingers (n=66), and soles (n=57). Parallel furrow (58.7%) was the most common pattern, followed by lattice-like (13.6%), reticular (8.9%), homogeneous (6%), fibrillar (5.1%) and globular (1.7%) patterns, respectively. Parallel ridge pattern was not detected in our patients, however, two lesions showed multicomponent pattern. When dermoscopic patterns were compared in terms of localization of the lesions, parallel furrow pattern was found to be the most common one. However, the frequency of patterns which followed parallel furrows varied in some areas. This was also statistically significant.
Conclusion: The results of our study are consistent with those reported in previous studies. However, reticular and homogeneous patterns were detected at higher proportion, while fibrillar pattern was detected at lower with respect to other studies.

13.Keratinous cysts: with body site distribution, size and the types of the cysts
Yasemin Yuyucu Karabulut, Hacı Halil Karabulut, Yasemin Dölek, Engin Şenel, Asım Uslu, Nazmiye Kurşun
doi: 10.4274/turkderm.60486  Pages 229 - 233
Amaç: İç Anadolu bölgesinde tüm vücutta görülen keratinöz kist tipleri arasındaki yaş, cinsiyet, lokalizasyon, boyut ve histopatolojik özellikler arasındaki ilişkiyi retrospektif olarak değerlendirmek amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çankırı devlet hastanesi kayıtları 2011-2012 yıllarını kapsayan iki yıllık süre zarfında keratinöz kist tanısı almış hastaların, yaş, cinsiyet, lezyonun anatomik lokalizasyonu ve lezyon boyutu açısından tarandı. Patoloji preparatları tekrar değerlendirilerek tanılar teyid edildi.
Bulgular: Çalışmaya yaş ortalaması 42,3 olan 418 hasta (%41,6’sı kadın, %58,4’ü erkek ) dahil edildi. Kistlerin ortalama boyutu 13,8 mm olup, 16,3 mm ile pilar kistlerin daha büyük olduğu saptandı. Kistlerin %60,8’i epidermal inklüzyon kisti, %39,2’si ise pilar kist olarak belirlendi. Pilar kisti bulunan hastaların yaş ortalaması 45,8 yıl olup diğer gruptan daha ileri yaşta oldukları saptandı. Kistler lokalizasyon olarak en sık saçlı deride (%44,3), takiben yanakta (%18,7) izlendi. Kadınlarda pilar kist (%62,8) daha sık görülürken, erkeklerde (%72) epidermal inklüzyon kistleri daha fazla saptandı. Lokalizasyon ile cinsiyet arasındaki ilişkinin değerlendirilmesinde saçlı deri %62,7 oranı ile kadınlarda en sık lokalizasyon olarak saptanırken, diğer tüm lokalizasyonların erkeklerde daha sık görüldüğü belirlendi. Lokalizasyon ve kist boyutlarının karşılaştırılmasında istatistiksel olarak anlamlı değerlere ulaşıldı.
Sonuçlar: Keratinöz kistlerin en büyük boyutlarına üst ekstremite lokalizasyonunda rastlandı ve bunu sırasıyla, burun, saçlı deri ve gövde yerleşimli kistlerin takip ettiği görüldü. Gövde, saçlı deri, alt ekstremite ve göz kapağı yerleşimli kistlerin daha ileri yaşlarda görüldüğü tespit edildi. Benzer şekilde lokalizasyon ile cinsiyet dağılımı arasında çarpıcı sonuçlara ulaşıldı. Saçlı deri yerleşimli kistler en sık kadınlarda izlenirken, diğer tüm lokalizasyon yerleşimli kistlerin erkeklerde sık olduğu izlendi
Background and Design: A retrospective study on the clinical, demographic and pathological features of keratinous cysts of the whole body seen in the Central Anatolia Region of Turkey.
Material and Methods: We retrospectively analyzed the medical records of patients with keratinous cysts of the body who attended Çankırı State Hospital between 2011 and 2012. Age, gender, histologic diagnosis, anatomic localization and diameter of the lesion were recorded. The pathology specimens were reevaluated and the histopathologic diagnoses were confirmed.
Results: The mean age of the 418 patients was 42.3 years. Hundred and sevety-four of them (41.6%) were female and 244 of them (58.4%) were male. Epidermal inclusion cysts (60.8%) were more common than pilar cysts (39.2%). The mean diameter of the cysts was 13.8 mm, pilar cysts (16.3 mm) were larger than the others. The patients with pilar cysts were older with the mean age of 45.8 years. The scalp was the most commonly affected site (44.3%), predominantly with pilar cysts (84.8%) and with female predominance. Pilar cysts were seen in females more often with the percentage of 62.8. Male predominance was detected for all body sites except for the scalp with the female predominance (62.7%).
Conclusion: The biggest sizes of the keratinous cyts were seen on the upper extremities followed by the nose, scalp and the chest. Chest, scalp, lower extremity and eyelid cysts were determined in older patients. The cysts placed on the scalp were more often found in females while male predominance was observed for all body sites except for the scalp.

14.Interrupted or continuous-intradermal suturing? Statistical analysis of postoperative scars
Elif Sarı, Hülda Rıfat Özakpınar, Ali Teoman Tellioğlu
doi: 10.4274/turkderm.15945  Pages 234 - 236
Amaç: Plastik cerrahi kliniklerinde tedavi edilen hastalar için ameliyat sonrası gelişen yara izi önemli bir problemdir. Birçok hasta devamlı intradermal sütürün interrupted sütüre göre daha az yara izi bıraktığından dolayı üstün olduğunu düşünmektedir. Biz her iki sütürasyon sonrası oluşan yara izlerini değerlendirdik. Bu yazı, yara değerlendirme skalası ile hastaların yüzlerinde oluşan yara izlerinin objektif olarak karşılaştıran kontrollü çalışmamızı sunmaktadır.
Gereç ve Yöntem: Her iki yanağından ameliyat olmuş 35 hasta bu çalışmaya alınmıştır. Otuz hasta kadın, 5 hasta erkektir. Yaş ortalaması 40,05 yıldır. Ameliyattan sonraki yara izi değerlendirme süresi ortalama 9,05 aydır. Lokal anestezi altında lezyonlar eliptik eksize edilmiştir. Sağ yanaktaki kesi 6/0 monoflaman absorbe olmayan sütürle sürekli intradermal sütürasyon metodu ile, soldaki ise aynı sütürlerle interrupted sütürasyon metodu ile dikilmiştir.
Bulgular: Hastalar, Stony Brook yara izi değerlendirme skalası ile ameliyattan sonraki 7.-11. aylarda (ortalama 9,05 ay) değerlendirilmişlerdir. Her iki yöntemin istatiksel değerlendirilmesi için ilgili örnekler T-testi kullanılmıştır. İki metodun oluşturduğu yara izleri arasında anlamlı bir fark bulunmamıştır (p>0,05).
Sonuç: Bu çalışmamızda sıkça kullanılan iki dikiş metodunun oluşturduğu yara izi arasında anlamlı fark bulunamamıştır. Biz dikiş tekniğinin, diğer faktörlere göre yara izi oluşturmakta daha az önemli bir belirleyici olduğunu düşünmekteyiz.
Background and Design: Postoperative scar development is an important problem for patients treated in plastic surgery clinics. Most patients think that continuous intradermal suturing is superior to interrupted suturing because they assume that it creates less scarring. We evaluated scars that form following intradermal and interrupted suturing. This article presents our controlled study that objectively compared the scars
on patients' faces using a wound evaluation scale.
Materials and Methods: Thirty-five patients, who had undergone operations on the bilateral cheeks, were included in this study. Thirty patients were female; five patients were male. Their mean age was 40.05 years. The average scar evaluation time after surgery was 9.05 months. Elliptical excisions were made on the lesions under local anesthesia. The incisions on the right cheeks were sutured with 6/0 monofilament nonabsorbable sutures using the continuous intradermal suturing technique. The left cheek incisions were sutured with same sutures using the interrupted suturing method.
Results: The patients were evaluated 7–11 months after operation (mean: 9.05 months) using the Stony Brook Scar Evaluation Scale. A Related Samples T-test was used for statistical evaluation of the differences between the suturing techniques. No significant differences were noted in scar formation between the two suturing methods (p>0.05).
Conclusion: We found no differences in scar formation between the two frequently used suturing techniques studied here. We believe that the suturing technique is a less important determinant of scar formation than are other factors.

15.Topical application of amelogenin extracellular matrix protein in non-healing venous ulcers
Burçin Abud, Kemal Karaarslan, Işıl Kılınç Karaarslan, Süreyya Talay, Soysal Turhan
doi: 10.4274/turkderm.60973  Pages 237 - 241
Amaç: Kronik venöz yetersizliğe bağlı bacak ülserlerinin tedavisi halen önemli bir sorundur. Bu ülserlerde temel tedavi yaklaşımı kompresyon tedavisi, lokal yara bakımı ve cerrahi uygulamalardır. Ancak bu standart tedavilere yanıt alınamayan olgular nadir değildir ve önemli bir iş gücü kaybı nedeni ve hasta yaşam kalitesi sorunu oluşturmaktadır. Bu nedenle dirençli vakalarda tedavi etkinliğini arttıracak yeni uygulamalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu çalışmada standart tedavilere yanıt alınamayan venöz ülserlerde, topikal amelogenin ekstrasellüler matriks protein uygulaması sonuçlarının retrospektif olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Haziran 2011 ile Aralık 2012 tarihleri arasında izlenmiş olan, standart tedaviye dirençli olduğu için topikal amelogenin ekstrasellüler matriks protein tedavisi uygulanmış olgular çalışmaya dahil edilmiştir. Hasta dosyaları retrospektif olarak değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya toplam 28 adet venöz ülseri (24 olguda 1’er, 2 olguda 2’şer ülser) olan 26 hastada (21’i erkek, 5’i kadın) dahil edildi. Tedavi haftada bir topikal amelogenin ekstrasellüler matriks protein uygulaması ve ardından 4'lü bandaj ile kompresyon uygulaması şeklinde yapıldı ve bandajlar haftada bir değiştirildi. Altı hafta bir kür olarak değerlendirildi. On dört hastada (15 ülserde) birinci kür sonunda tam iyileşme saptandı. On iki hastada (13 ülserde) ise birinci kür sonunda ülser çapında küçülme izlendi ve ikinci kür tedaviye başlandı. Bu on iki hastadan beşinde (6 ülserde) ikinci kür sonunda tam iyileşme saptandı.
Sonuç: Topikal amelogenin ekstrasellüler matriks protein uygulaması, tedavisi güç venöz ülserlerli olgularda yanıt sağlanmasında etkili bir tedavi seçeneği olarak göz önünde bulundurulabilir.
Background and Design: Treatment of chronic venous ulcers of the lower extremity is still an important difficulty. The principal treatment of these ulcers includes compression therapy, local wound care and surgery. Unresponsiveness to these standard treatments is a frequent situation with negative effects on life quality and reductions in personal productivity. Therefore, there is a need for new applications to increase the effectiveness of treatment in treatment-resistant cases. In the present study, we retrospectively evaluated the results of topical application of amelogenin extracellular matrix protein in resistant venous ulcers.
Materials and Methods: We analyzed the records of patients with treatment-resistant venous ulceration who were treated with amelogenin extracellular matrix protein between June 2011 and December 2012..
Results: 26 patients (21 male and 5 female) with a total number of 28 ulcers (24 patients with 1 ulcer, 2 patients with two ulcers) were evaluated. The patients were treated with topically applied amelogenin extracellular matrix protein and regional four bandage compression. Bandages were changed weekly. Each cure continued for six weeks. In fourteen patients (15 ulcers), we observed a complete healing by the end of the first cure. In another twelve cases (13 ulcers), the same period resulted with a reduction in wound diameter. We continued to the second cure for these patients. By the end of the second cure, complete healing was achieved in five cases (6 ulcers).
Conclusion: Topical application of amelogenin extracellular matrix protein may be considered as an effective therapeutic choice for refractory venous ulcers.

16.Sociodemographic and clinical characteristics of patients with recurrent aphthous stomatitis
Anıl Gülsel Bahalı, Ayşın Köktürk, Ulaş Güvenç
doi: 10.4274/turkderm.89990  Pages 242 - 248
Amaç: Bu çalışmanın amacı rekürren aftöz stomatit (RAS) tanısı ile izlenen hastaların sosyodemografik ve klinik özelliklerinin değerlendirilerek hastalığın etiyopatogenezi hakkında fikir verebilecek veriler elde edebilmektir.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada polikliniğimizde 2007-2010 tarihleri arasında rekürren aftöz stomatit tanısı alarak takip edilen hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların sosyodemografik özellikleri, klinik seyirleri ve tedavi seçenekleriyle ilişkili veriler kayıt edildi.
Bulgular: Yüz hasta (68’i kadın, 32’si erkek) bu çalışmaya dahil edildi. Hastaların yaş ortalaması 40±13,6 idi. Hasta grubunu en çok düşük eğitim
ve orta gelir düzeyi hastalar oluşturdu. Klinik olarak en sık minör rekürren aftöz stomatit tipi (%88) saptandı. En sık yanak ve dil lateralinde yerleşim saptandı. Aile öyküsü hastaların %60’ında pozitifti. Rekürren aftöz stomatit ile ısırma (%12), diş fırçalama (%18), diş hastalığı varlığı (%82), yiyecekler (%39), mensturasyon (%10,3), stres (%76), demir eksikliği (%16,7), vitamin B12 eksikliği (%22,4), ferritin düşüklüğü (%18),
mevsimsel değişkenlik (%32) gibi faktörler arasında pozitif; sigara ile negatif bir ilişki olduğu gözlendi. İlaç tedavisine ek olarak hastaların %49’u alternatif tedavi yöntemleri kullanmıştı. En sık kullanılan alternatif yöntem ise sumak kullanımı (%26,5) olarak belirlendi.
Sonuç: Çalışmamızda literatürden farklı olarak hastalığın 3. dekatta başladığı ve hastaların yaklaşık yarısının başta sumak olmak üzere alternatif tedavi yöntemlerini tercih ettiği bulundu. Günümüzde RAS’ın etiyopatogenezine yönelik tartışmalar halen sürmektedir. Bu çalışmada hastalığın etiyopatogenezi ile ilişkili olabilecek farklı sosyodemografik ve klinik faktörler saptanmıştır. Çalışmamız RAS etiyopatogenezini belirlemek için prospektif bir çalışma deseni kullanacak gelecek çalışmalar tarafından takip edilebilecektir.
Background and Design: The purpose of this study was to obtain data that may provide an insight into the etiopathogenesis of recurrent aphtous stomatitis (RAS) by the way of analysing the sociodemographic and clinical characteristics of patients who had been diagnosed with RAS.
Materials and Metods: The patients, who were diagnosed with RAS in the dermatology outpatient clinic, between May 2007 and May 2010, were evaluated retrospectively. The data including sociodemografic and clinical characteristics, and treatment options were recorded.
Results: A hundred patients (68 women, 32 men) were included in this study. The average age was 40±13.6 years. RAS was more common in patients with middle-income and low education. The most common type of RAS was minor aphtous ulcers (88%). The lesions were most frequently seen on the lateral side of the tongue (34%) and cheek (34%). Sixty percent of patients had a positive family history. Some factors such as biting (12%), tooth brushing (18%), dental disease presence (82%), food (39%), menstruation (10.3%), stress (76%), iron deficiency (16.7%), vitamin B12 deficiency (22.4%), low serum ferritin levels (18%), and seasonal variability (32%) showed positive correlation with RAS. A negative correlation was found between RAS and smoking. Forty-nine percent of patients had used alternative therapies in addition to drug therapy. The most frequently used alternative method was consumption of sumac (26.5%).
Conlucions: In contrast to the literature, our study found that RAS is started in the third decade of life and, approximately 50% of patients prefered alternative treatment methods, particularly sumac. Nowadays, discussions about the etiopathogenesis of RAS continue. In this study, we found that different sociodemographic and clinical factors may be associated with the etiopathogenesis of the disease. Our study will be followed by further studies using prospective design to identify the the etiopathogenesis of RAS.

17.Patients' view on medical students in dermatology practice
Seval Doğruk Kaçar, Derya Uçmak, Pınar Özuğuz, Zeynep Meltem Akkurt, Şemsettin Karaca, Mustafa Arıca
doi: 10.4274/turkderm.43066  Pages 249 - 253
Amaç: Hasta odaklı pratik eğitim tıp eğitiminin vazgeçilmez bir parçasıdır. Özellikle dermatoloji gibi, hastaların daha sık ayaktan değerlendirildiği kliniklerde tıp öğrencilerinin uygulamalı eğitimleri poliklinik ortamında yapılmaktadır. Bu çalışmada ülkemizde iki farklı bölgedeki Üniversite hastanelerinde (X–Y) dermatoloji polikliniğine başvuran hastaların tıp öğrencilerine bakışını değerlendirdik.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya X (grup 1) ve Y (grup 2) üniversite hastanelerine 5. sınıf tıp eğitimi staj programı pratik eğitim saatleri sırasında dermatoloji polikliniğine başvuran toplam 250 hasta dahil edilmiştir. Bu hastalar 16 sorudan oluşan bir anket doldurmuştur. Anketin ilk 8 soruluk kısmı, hastaların tıp öğrencilerinin muayenede yer alması ile ilgili rızaları ve tercihleri ile ilgili iken ikinci 8 soruluk kısımda hastaların tıp
öğrencileriyle ilgili genel tutum ve düşünceleri sorgulanmıştır.
Bulgular: Her iki grup da öğrencilerin eğitim programında yer almaya oldukça istekliydi (sırasıyla, %39,8, %53,5). Hastalar muayene sırasında tıp öğrencilerini istememe hakları olduğunun farkındaydı (%61,0, %62,3) ve çoğunluk öğrencilerin varlığı ile ilgili bilgilendirilmek istiyordu (%72,4, %80,7). Ancak öğrencilerle olmayı grup 1 hastaları (%43,1) eğlenceli olarak değerlendirirken grup 2’de çoğunluk (%44,7) bu yoruma katılmadı. Bunun yanında her iki grupta da çoğunluk öğrencilerle kişisel bilgi paylaşımından rahatsızlık duymazken (%50,4, %44,7), arkadaş ve akrabalarına tıp öğrencileriyle muayene olmayı tavsiye edeceklerini (%51,2, %41,2) belirtti.
Sonuç: Tıp öğrencilerinin dermatoloji eğitiminde aktif yer alması kısmen farklı kültürlere sahip olsalar da ülkemizin hem doğusu hem de batısındaki hastalar tarafından çoğunlukla memnuniyetle karşılanmaktadır. Hastaların muayeneleri sırasında tıp öğrencilerin varlığı konusunda bilgilendirilme isteği gerek sözlü gerek yazılı onamın gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Background and Design: Practical training of medical students, especially in specialties such as dermatology, is performed in outpatient clinics where mostly outpatients are encountered. The aim of this study was to compare patients’ perspectives on medical students in two university hospitals (X–Y) situated in different regions of Turkey.
Materials and Methods: A total of 250 patients, who visited outpatient clinics of X (group 1) and Y (group 2) university hospitals during practical training for fifth year medical students, were included in this study. A questionnaire composed of 16 items was filled by all patients. The first eight questions were about patients’ consent and preferences on the presence of medical students during their interview and the
remaining eight questions inquired patients’ overall thoughts on medical students.
Results: The patients in both groups were willing to be a part of the educational programme of medical students (39.8%, 53.5%, respectively). The patients were aware that they had the right to refuse the presence of medical students (61.0%, 62.3%) and majority wanted to be informed on the presence of medical students during the interview (72.4%, 80.7%). While patients in group 1 evaluated being with medical
students as pleasurable (43.1%), patients in group 2 did not agree (44.7%). In addition, both groups were not bothered to share personal information with medical students (50.4%, 44.7%) and stated that they would recommend their friends and relatives to have a physical examination done by medical students (51.2%, 41.2%).
Conclusion: The active role of medical students during dermatology training is positively viewed by patients in both western and eastern parts of our country. The
patients’ request on being informed for the presence of medical students during clinical examination reveals the requirement of oral and written informed consent.

18.Knowledge of family physicians on common dermatological diseases and their diagnosis and management trends
Kemal Özyurt, Mustafa Haki Sucaklı, Emine Çölgeçen, Mustafa Çelik
doi: 10.4274/turkderm.67689  Pages 254 - 262
Amaç: Dermatolojik hastalıkların sık görüldüğü birinci basamak sağlık kuruluşlarında tanı, tedavi ve hastalık yönetim hatalarına sıklıkla tanık olunmaktadır. Bu çalışma birinci basamak sağlık hizmetlerinde çalışan aile hekimlerinin dermatoloji eğitimi ile ilgili düşüncelerinin yanı sıra, sık görülen bazı dermatolojik hastalıklarla ilgili bilgi, tanı ve yönetimleri araştırmayı amaçlamıştır.
Gereç ve Yöntem: Çok merkezli çalışma altı farklı şehirde halen görev yapmakta 302 aile hekimi ile 82 soruluk standart anketin yüz yüze görüşmesi ile yapılmıştır. Ankette hekimlerin demografik bilgileri, dermatolojik hastalıklarla ilgili teorik bilgileri, tanı ve tedavideki eğilimlerini araştıran sorular yer almıştır.
Bulgular: Çalışma kapsamındaki illerde görevli 1414 aile hekiminden ulaşılabilen ve ankete katılmayı kabul eden 302’si (%21,35) çalışmaya alınmıştır. Hekimlerin %57,6’sı çalıştıkları merkezlerde mikroskop ve %94,4’ü potasyum hidroksit solüsyonu bulunmadığını bildirmiştir. Psoriasis ve akne rozasenin yönetiminde zorlandıklarını bildiren aile hekimlerinin oranı daha yüksektir. Atopik dermatit, psoriasis ve akne vulgarisin etiyopatogenezinde hepatobiliyer sistem ve diğer iç organ hastalıklarının yer aldığını düşünen ve bu konuda düşünce belirtmeyen hekim oranı yüksektir. Bakteriyel deri hastalıkları ve tırnak hastalıkları ile ilgili teorik bilgi ve tedavi yanlışları yüksek oranlarda bulunmuştur.
Sonuç: Mezuniyet öncesi ve sonrası eğitimlerle bu konuların üzerinde durularak, aile hekimlerinin dermatolojik hastalıkları yönetmekteki bilgi ve becerilerinin geliştirilmesi sağlanmalıdır.
Background and Design: In clinical practice, dermatology specialists usually encounter misdiagnosis and inappropriate management approaches of other specialists for several dermatological diseases. This study aims to investigate the knowledge, diagnosis and management trends of family physicians in primary care on common dermatological diseases and their opinions about dermatology education.
Materials and Methods: A multicenter study was conducted in six cities in Turkey including a total of 302 family physicians in primary care using an 82-item questionnaire through in-person interview. The questionnaire aimed at identifying demographic characteristics of family physicians, knowledge on common dermatological diseases, and their diagnosis and management trends.
Results: Out of 1414 family physicians, 302 (21.53%) subjects, who could be contacted and those accepted to respond the questionnaire, were
included. 57.6% of participants reported that there was not a microscope, while 94.4% reported that potassium hydroxide solution was not available in their clinics. A higher rate of family physicians mentioned experience difficulties in the management of psoriasis and acne rosacea. The rate of family physicians, who assumed that hepatobiliary disorders and other visceral conditions play a role in the etiopathogenesis of atopic dermatitis, psoriasis and acne vulgaris and those who did not state an opinion about this issue, was high. Incorrect management trends for bacterial skin diseases and nail diseases were observed with higher rates.
Conclusion: It is recommended that knowledge should be reinforced through both undergraduate and continuous medical education and, skills of family physicians on the management of dermatological diseases should be improved.

WHAT IS YOUR DIAGNOSIS?
19.
Tanınız nedir? What is your diagnosis?
Funda Erol Çipe, Arzu Babayiğit Hocaoğlu, Çiğdem Aydoğmuş
Pages 263 - 264
Dört aylık kız hasta vücutta kızarıklık ve kaşıntı yakınması ile başvurdu. İki aylıktan itibaren hastanın aralıklı olarak vücudunda kızarıklıkları olup kayboluyormuş. Aralıklı olarak da boynundan üst kısmında yaygın kaşıntısız kızarıklık tarif ediyordu (Resim 1). Hastanın yapılan muayenesinde gelişimi normaldi, sistemik bulgusu ve deri lezyonu yoktu. Hastanın allerjiye yönelik tetkikleri istendi. Hasta polikliniğe 2 saat sonra boynunda büyük büller nedeniyle başvurdu (Resim 2). Hasta yatırılarak izlendi, ertesi gün bülleri sırtına ve gövdesine yayıldı ve soyulmaları oldu. Dokunulan her yerde kaşıntı ve kabarıklık (Resim 3) olması yanısıra, sık sık 'flushing' atakları olduğu gözlendi.
Tanınız Nedir?

20.
Konu Dizini

Pages 265 - 269
Abstract | Full Text PDF

21.
Hakem Dizini

Page 270
Abstract | Full Text PDF

22.
Yazar Dizini

Pages 271 - 272
Abstract | Full Text PDF