Turkderm-Turk Arch Dermatol Venereol: 49 (2)
Volume: 49  Issue: 2 - 2015
Hide Abstracts | << Back
EDITORIAL
1.Editorial
Emine Derviş
Page I

REVIEW ARTICLE
2.Does topical isotretinoin exposure during pregnancy increase the risk of congenital malformations?
İsmail Yılmaz, Yusuf Cem Kaplan, Barış Karadaş, Tijen Kaya Temiz, Şemsettin Karaca
doi: 10.4274/turkderm.24572  Pages 92 - 94
Akne tedavisi nedeniyle kendisine reçete edilen topikal isotretinoin + eritromisin kullanırken 7 haftalık gebe olduğunu öğrenen 34 yaşındaki hasta, İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Teratojenite Bilgi Servisi'ne başvurmuştur. Sistemik kullanımı yüksek derecede teratojen olduğu bilinen isotretinoinin, topikal maruziyet durumunda olası teratojenik etkileriyle ilgili görülen belirsizliğin anne adayları, dermatoloji ve kadın doğum hekimleri açısından dikkat çekilmesi gereken önemli bir boşluk olduğunu düşünmekteyiz. Geçmişte az sayıda teratojenite bildirilen sporadik olgular olsa da, prospektif kontrollü çalışmalardan elde edilen bulgular, gebelik esnasında bilmeden topikal retinoide maruz kalmanın konjenital malformasyon riskini belirgin ölçüde artırmadığı yönündedir. Buradan hareketle, konuyla ilgili yapılmış çalışmaları özetleyip bu hastalarda klinik yaklaşımın nasıl olması gerektiğini belirterek, konunun paydaşları ile Teratojenite Bilgi Servisleri arasındaki iletişimin güçlendirilmesinin faydalı olacağını vurgulamak istiyoruz.
A 34-year-old patient learned that she was 7 weeks pregnant while she was using topical isotretinoin + erythromycin gel for acne treatment and referred to Izmir Katip Celebi University Teratology Information Service for information regarding the risk of teratogenicity. Systemic use of isotretinoin is well-known for its teratogenic effects and case reports suggesting possible teratogenic effects regarding topical exposure to retinoids in pregnancy exist in the literature. However, findings reported in four prospective controlled studies do not suggest an increased congenital malformation risk in case of inadvertent exposure during pregnancy. This manuscript aims to give a summary and evaluation of available data for counseling pregnant patients regarding the possible teratogenic risk of inadvertent topical isotretinoin exposure during pregnancy. It also aims to emphasize the importance of increasing communication between pregnant patients, clinicians and teratology information services for the benefit of mother and unborn.

ORIGINAL INVESTIGATION
3.Development of stria gravidarum in pregnant women and associated factors
Arzu Kılıç, Seray Çakmak, Cemal Atalay, Evşen Atıcı, Olcay Er, Kadriye Yakut, Ülker Gül
doi: 10.4274/turkderm.92604  Pages 95 - 100
Giriş ve Amaç: Stria gravidarum gebelikte sık gözlenen ve ciddi kozmetik rahatsızlığa neden olan bir değişikliktir. Oluşumunda anne yaşı, aile öyküsü, deri rengi gibi genetik faktörler, gebelikte gözlenen çeşitli hormonal değişiklikler, gebelik sırasındaki kilo artışı ve yenidoğanın fiziksel özellikleri gibi değişkenler suçlanmıştır. Literatürde mevcut çalışmalar çoğunlukla primigravidaları kapsamaktadır. Bu çalışmada hem primigravida hem multigravida olmak üzere gebelerde ayrı ayrı stria gravidarum oluşumu ve çeşitli risk faktörlerine göre stria gravidarum oluşumunun değerlendirilmesi amaçlandı.
Gereç ve yöntem: Tüm katılımcıların toplam gebelik süreleri, gebelik öncesi ve sonundaki kiloları, boyları, ailede stria öyküsü, gebelikte sigara ve/veya alkol kullanımı, gebelik süresince stria oluşumunu önleyici krem ve/veya yağ kullanımı olup olmadığı, doğum şekli, yenidoğanın cinsiyeti, boyu, kilosu ve baş çevresi kaydedildi. Gebeler primigravida ve multigravida olmalarına göre değerlendirilerek Spearman’ın korelasyon testi ile stria gravidarum oluşumu ile korele olabilecek faktörler ve lojistik regresyon analizi ile stria gravidarum oluşumundaki risk faktörleri açısından değerlendiridi.
Bulgular: 128 gebenin 50’si primigravida, 78’i multigravida idi. Primigravidalarda stria gravidarum oluşumu ile ailede stria öyküsü, gebelik süresince krem ve/veya yağ kullanımı, bebek baş çevresi ile; multigravidalarda ise stria gravidarum oluşumu ile gebenin doğum öncesi ağırlığı, gebenin doğum sırasındaki ağırlığı, gebelikte sigara içimi, gebelik süresince krem ve/veya yağ kullanımı, ailede stria öyküsü, bebek baş çevresi, bebek kilosu ile korelasyon saptandı. Yapılan lojistik regresyon analizinde tüm gebelerde ailede stria öyküsünün varlığı ve gebelikte stria önleyici krem ve/veya yağ kullanmamanın stria gravidarum oluşumu açısından risk faktörü oluşturduğu bulundu.

Sonuç: Stria gravidarum oluşumunda genetik ve fiziksel faktörlerinin rolünün olduğu düşünülmektedir ancak hem primigravida hem multigravidaları kapsayan daha fazla sayıda olgu içeren geniş ölçekli çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Background and Design: Stria gravidarum is a cosmetically disfiguring condition that is commonly seen in pregnancy. Various parameters such as age of mother, genetical factors like family history, skin colour, various hormonal changes seen in pregnancy, weight gain and physical features of newborn are accused in the development. The studies reported primarily include primigravidas. In this study, the presence of stria gravidarum and associated risk factors are aimed to be investigated.
Materials and methods:
All attenders' gestastional week, prepregnancy and delivery weights, height, family history of stria, smoking habits and/or alcohol use during pregnancy, any use of cream and/or oil for preventing stria, delivery way, newborn's gender, height, weight and head circumference were recorded. In both primigravidas and multigravidas, factors that could be associated with stria gravidarum were investigated by Spearman'scorrelation analysis and risk factors in the development of stria gravidarum by logistic regression analysis.
Results: Fifty of 128 pregnant women were primigravidas and 78 were multigravidas. In primigravidas, a correlation was detected between family history of stria, non-usage of cream and/or oil during pregnancy,head circumference of newborn and development of stria gravidarum while in multigravidas, a correlation is detected between prepregnancy weight, delivery weight, smoking during pregnancy, not using of any cream and/or oil during pregnancy, family history of stria, head circumference of newborn, weight of newborn and stria gravidarum development. Presence of family history of stria and not using of any cream and/or oil were found to be risk factors in development of stria gravidarum in all pregnant women by logistic regression analysis.
Conclusion:
Both genetical and physical factors are thought to play a role in development of stria gravidarum; however, further broad scale studies with larger samples including both primigravidas and multigravidas are needed to be carried out.

4.Comparison of weekly low-dose and high-dose incremental protocols of narrow band ultraviolet B therapy for psoriasis
Mehtap Ünlü Bıçak, Turna İlknur, Sevgi Akarsu, Filiz Yücel, Ayşe Şebnem Özkan
doi: 10.4274/turkderm.01878  Pages 101 - 106
Giriş ve amaç: Dar band UVB (DB-UVB) fototerapinin olası uzun dönem yan etkileri göz önüne alındığında daha etkili ve güvenilir protokollere ulaşmak için farklı başlangıç dozları, seans sayıları veya doz artışlarının kullanıldığı çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmanın amacı psoriyazisde DB-UVB tedavisiyle haftalık düşük doz artışları ile haftalık yüksek doz artışlarının klinik etkinliklerini karşılaştırmaktır.
Gereç ve yöntemler: Psoriyazis vulgarisli 29 olgu haftalık düşük doz (%20) artış (grup 1; n=14) protokolü ya da haftalık yüksek doz (%40) artış (grup 2; n=15) protokolünün uygulandığı DB-UVB tedavisi almıştır. Olgular 12 hafta boyunca haftalık olarak izlenmişler ve Psoriyazis Alan Şiddet İndeksi (PAŞİ) ile değerlendirilmişlerdir.
Bulgular: Gruplar arasında tedavi öncesindeki ve 12 haftalık tedavi süresince belirlenen haftalık PAŞİ skorları karşılaştırılmış ve 12. hafta dışında istatistiksel fark bulunmamıştır. 12. haftadaki ortalama PAŞİ skorları grup 2’deki olgularda grup 1’deki olgulara göre anlamlı olarak daha düşüktür (p=0.045). Her iki grup arasında PAŞİ değerlerinde ≥%50, ≥%75 ve ≥%90 azalma sağlanan olgu sayıları ve gerekli tedavi seanslarının sayıları açısından farklılık saptanmamıştır. Her iki grup PAŞİ değerlerinde ≥%50 ve ≥%90 azalma sağlayan ortalama kümülatif dozlar açısından karşılaştırıldığında istatistiksel anlamlı fark gözlenmemesine rağmen, PAŞİ değerlerinde ≥%75 azalma sağlayan ve 12 haftalık tedavi sonunda ulaşılan kümülatif doz ortalamaları haftalık yüksek doz artış uygulanan grupta haftalık düşük doz artış uygulanan gruba göre anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur (sırasıyla p=0.014 ve P =0.00).
Sonuç: Sonuçlarımızın geniş olgu serili çalışmalarla desteklenmesi gerekliliğinin farkında olsak da, psoriyazis tedavisinde DB-UVB fototerapi ile haftalık düşük doz artış uygulamasının daha düşük kümülatif dozlarda haftalık yüksek doz artış uygulamasıyla hemen hemen benzer etkiler oluşturması açısından tercih edilebileceğini düşünmekteyiz.
Background and design: Considering the probable long-term side-effects of narrowband UVB (NB-UVB) therapy, various studies have been conducted to provide more effective and reliable protocols by applying the different initial doses, numbers of sessions or dose increments. The aim of this study is to compare the clinical effectiveness of weekly low-dose increments and weekly high-dose increments of NB-UVB therapy in psoriasis.
Materials and methods: Twenty-nine patients with psoriasis vulgaris underwent NB-UVB therapy with a weekly low-dose (20%) increment protocol (group 1; n=14) or weekly high-dose (40%) increment protocol (group 2; n=15). Patients were monitored weekly for 12 weeks and evaluated by the Psoriasis Area Severity Index (PASI).
Results: The PASI scores prior to the therapy and during the 12-weeks of therapy for each week between the groups were compared and no statistically significant difference was found except week 12. The mean PASI scores at week 12 was significantly lower in patients from group 2 than in patients from group 1 (p=0.045). The mean number of patients and therapy sessions required with ≥50%, ≥75% and ≥90% PASI reduction did not differ between both groups. Although comparison of the two groups according to the mean cumulative doses with ≥50% and ≥90% PASI reduction did not reveal a statistically significant difference; however, those of patients with ≥75% PASI reduction and at the end of the 12-week therapy were significantly higher in the group with a weekly high-dose increment than in the group with a weekly low-dose increment (p=0.014 and p=0.00, respectively).
Conclusion: Although we are aware that our results may need to be supported with large-series studies, we suggest that a weekly low-dose increment regime of NB-UVB therapy is preferable in the treatment of psoriasis as it produces nearly similar effects as a weekly high-dose increment regime but with the lower cumulative doses.

5.Efficacy of 0.1% tacrolimus ointment in chronic plaque psoriasis: A randomized double-blind placebo-controlled study
Seval Doğruk Kaçar, Emel Bülbül Başkan, Naile Bolca, Şadıman Balaban Adım, Emre Kaçar, Hayriye Sarıcaoğlu, Şükran Tunalı
doi: 10.4274/turkderm.65632  Pages 107 - 111
Amaç: Günümüzde etkili sistemik tedaviler ve yeni biyolojik ajanlar geliştirilmesine rağmen topikal tedaviler psoriasis tedavisinin halen direğidir. Topikal kalsinörin inhibitörleri bugün pek çok deri hastalığında kullanılmaktadır. Çalışmamızda plak tipi psoriasisde topikal tedavide alternatif bir seçenek olarak takrolimusun mevcut tedavilerle karşılaştırmalı etkinlik ve güvenilirliği araştırılmıştır.
Yöntem ve Gereçler: Prospektif, çift-kör plasebo kontrollü bu çalışma X Üniversitesi Hastanesi Dermatoloji polikliniğine başvuran, plak tipi psoriasis tanılı 24 hasta ile yapıldı. 27 seçilmiş psoriatik plağa 19 gün boyunca, günaşırı, şifrelenmiş şişelerde % 0,1 takrolimus merhemi, % 0,1 mometazon furat merhemi, % 0,005 kalsipotriol merhemi ve plasebo ayrı ayrı lökotestlerle oklüzyon şeklinde, randomize edilerek uygulandı. Tedavi başlangıcı ve sonunda her bir mikroplakta klinik şiddet skorlaması ve yan etkiler kaydedildi, yüzeyel ultrasonografi ile epidermal kalınlık ölçüldü. Ayrıca tedavi bitiminde 9 hastada mikroplaklardan biyopsi alınarak toplam histopatolojik skor ve epidermal kalınlık hesaplandı.
Bulgular: Tüm mikroplaklarda hesaplanan tedavi sonu toplam klinik skor ve ultrasonografik epidermal kalınlık tedavi başlangıcındaki değerlerinden düşüktü (p<0,05). Tedavi sonu takrolimus uygulanan plakta toplam klinik skorda ve ultasonografik ölçümde azalma plaseboya göre anlamlı idi (p<0,001), ancak kalsipotriolle fark saptanmadı (sırasıyla, p=0,287, p=0,813). Öte yandan mometazon furat merhemi ile bu ölçümlerde azalma takrolimus merheme göre istatistiksel anlamlı idi (p<0,05). Tedavi sonu toplam histopatolojik skor ve epidermal kalınlığın plaseboya göre farkları karşılaştırıldığında en etkili mometazon furat bulundu.
Sonuçlar: Plak tipi psoriasisli hastalarda takrolimus merheminin özellikle oklüzyonla uygulandığında topikal tedavide alternatif olabilir. Oklüzyon uygulamaları pratikte hasta uyumu gerektirir. Bu nedenle ilacın kalın psoriasis plaklarından emilimini arttıracak yeni bir formülasyon bulmaya yönelik ileri çalışmalar gerektiği kanısındayız.
Objective: Despite the development of effective systemic treatments and new biological agents for psoriasis nowadays, topical medications are still the mainstay of treatment. Topical calcineurin inhibitors are currently used in various skin diseases. We investigated The efficacy and safety of tacrolimus, which is an alternative in topical treatment, is investigated in comparison with the present medications in plaque psoriasis.
Material and Methods: This prospective double-blind plasebo-controlled study was conducted in 24 patients with diagnosis of plaque psoriasis who were seen in X University Hospital dermatology outpatient clinic. 0.1% tacrolimus ointment, 0.1% mometasone furoate ointment, 0,005% calcipotriol ointment and plasebo in encrypted bottles, were randomly applied in test chambers under occlusion, in every other day, during 19 days, to 27 psoriatic plaques. Clinic sum scores, side effects, epidermal thickness measured by superficial ultrasound were noted before and after treatment in all microplaques. Besides histopathologic scoring and epidermal thickness were measured in 9 patients at the end of study.
Results: The clinic sum scores and ultrasonographic epidermal thickness at the end were both significantly lower than the beginning values in all microplaques (p˂0.05). The reduction in these two values with tacrolimus were significantly higher than plasebo (p˂0.001), but no difference with calcipotriol (p=0.287, p=0.813, respectively). On the other hand, the reduction in these values with mometasone were significantly higher than tacrolimus (p˂0.05). Mometasone furoate was the most effective when the difference of total histopathological score and epidermal thickness of the three ointments from plasebo at the end were compared.
Conclusion: Tacrolimus ointment is an alternative topical medication in plaque psoriasis under occlusion. Occlusion in practice requires patients compliance. Thus studies to find a a new formulation that will increase absorption of drug from thick psoriatic plaques are necessary.

6.Mean platelet volume, neutrophil to lyphocyte ratio and platelet to lymphocyte ratio in psoriasis
Mehmet Ünal, Adem Küçük, Gülbahar Ürün Ünal, Şükrü Balevi, Hüseyin Tol, Caner Aykol, Mehmet Uyar
doi: 10.4274/turkderm.57984  Pages 112 - 116
Amaç: Son yıllarda nötrofil ve trombosit sayısının lenfosit sayısına (N/L ve T/L oranı) oranının sistemik enflamasyonun bir göstergesi olabileceği ve bir çok kardiyovasküler hastalık, maligniteler ve kronik enflamatuar hastalıklarda prognoz ile ilişkili olduğu gösterilmiştir.Bilgilerimize göre kronik ve sistemik enflamatuar bir hastalık olan psoriasiste N/L oranı, T/L oranı ve ortalama trombosit(OTH) değerlerinin bir arada çalışıldığı bir çalışma bulunmamaktadır. Çalışmamızda psoriasis hastalarında bu parametrelerin hastalık şiddeti, tırnak tutulumu, eklem tutulumu, hastalık süresi, aile öyküsü ile ilişkisini ve ESH ve CRP ile ilişkisini değerlendirdik.
Gereç-Yöntem: Çalışmada polikliniğimizde psoriazis vulgaris tanısıyla takip edilen 320 hasta ve 200 sağlıklı kişi değerlendirildi.
Bulgular: Psoriazis hastalarında lökosit, nötrofil, trombosit, OTH, NLO ve TLO değerlerinin kontrol grubundan anlamlı olarak daha yüksek; lenfosit sayısının ise anlamlı derecede daha düşük olduğu tespit edildi.Aile öyküsü, tırnak tutulumu, eklem tutulumu olan ve olmayan hastalar karşılaştırıldığında OTH, NLO ve TLO değerleri arasında anlamlı fark olmadığı görüldü.
Sonuç: Bu parametreler; hangi psoriazis hastalarının kardiyovasküler hastalıklar için risk altında olduğunun tahmin edilmesinde kolay uygulanabilir ve ucuz yöntemler olarak kullanılabilir. TLO’nın hem ESH hem de CRP ile pozitif ilişkisinin olması psoriazis hastalarında enflamasyon markerı olarak OTH ve NLR’den daha iyi bir belirteç olduğunu göstermektedir. Bununla beraber daha önce yapılan çalışmaların aksine biz OTH, NLO ve TLO’nın psoriazis hastalarında hastalık şiddeti,eklem tutulumu, tırnak tutulumu, hastalık süresi gibi hastalık karakteristikleriyle anlamlı bir ilişkisini gözlemlemedik.Bu özellikler açısından ne kadar kullanışlı olabilecekleri konusunda yeteri kadar veri olmadığı kanısındayız.
Background and Design: It has been demonstrated that ratio of neutrophil and
platelet count systemic inflammation and is associated with prognosis of many
cardiovascular diseases, malignates and chronic inflammatory diseases.As far as it is known, there are no studies investigating neutrophil/lymphocyeratio(NLR), platelet/lymphocyte ratio(PLR) and mean platelet volume(MPV) values together within the context of psoriasis, a chronic and systemic inflammatory disease.
Materials and Methods: 320 patients followed up in our polyclinic with psoriasis vulgaris and 200 healthy persons were evaluated in the study.
Results: Leukocyte, neutrophil, platelet, MPV, NLR and PLR values in patients with psoriasis were significantly higher, and lymphocyte count, on the other hand, was significantly lower than those of the control group. No significant difference was found between MPV, NLR and PLR values of patients with or without a family history, nail and joint involvement.
Conclusions: These parameters may be made use of as cheap and easily applicable methods in predicting which psoriasis patients are under the risk of cardiovascular disease. PLR is a better inflammation marker than MPV and NLR in patients with psoriasis. We did not observe a significant relationship between MPV, NLR and PLR values and such disease characteristics as severity of disease, joint involvement, nail involvement and duration of disease in patients with psoriasis. So, we believe that there is little information on the extent to which MPV,NLR and PLR might be useful regarding these characteristics.

7.Efficacy and safety of rituximab in the treatment of refractory pemfigus vulgaris
Aslı Bilgiç Temel, Ayşe Akman Karakaş, Erkan Ergün, Birgül Özkesici, Nilay Uğurlu, Berna Nazlım, Saliha Koç, Ayşegül Erat, Selen Bozkurt, Özlem Dicle, Erkan Alpsoy, Ertan Yılmaz, Soner Uzun
doi: 10.4274/turkderm.86402  Pages 117 - 124
Amaç: Pemfigus vulgaris (PV) keratinositlerde adezyon kaybı ile ilişkili, deri ve mukozaların ölüme yol açabilen kronik seyirli otoimmün hastalığıdır. Tedavinin temelini tek başına ya da immünosüpresiflerle kombine kortikosteroid tedavisi oluşturur.
Ritüksimab (RTX), anti-CD20 monoklonal antikorudur ve son yıllarda özellikle dirençli PV tedavisinde giderek artan oranlarda kullanılmaktadır. Çalışmamızın amacı PV tedavisinde ritüksimab kullanımının etkinlik ve güvenilirliğini klinik ve immünolojik takiple ortaya koymaktır.
Yöntem: Akdeniz Üniversitesi Hastanesi Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı Büllöz Hastalıklar Ünitesinde takip edilmekte olan ve ardışık olarak ritüksimab tedavisi kullanılmış 13 PV hastası (5 kadın, 8 erkek) klinik muayene verileri, alınan tedaviler ve immünolojik kontrol sonuçları retrospektif olarak değerlendirmek üzere çalışmaya dahil edilmiştir.
Bulgular: Ritüksimab tedavisi bir hastada lenfoma protokolünde, diğer 12 hastada romatoid artrit protokolünde (1000 mg/ infüzyon dozunda 15 gün ara ile 2 kez ) uygulandı. Hastalar ortalama 18.5 ay süre ile izlendi. Tüm hastalarda ritüksimab tedavi öncesi yüksek değerlerde saptanan desmoglein 1 ve/veya 3 antikorlarında, tedavi sonrası azalma ve/veya negatifleşme saptandı. Desmoglein 3 antikorlarında bazale göre 3. ve 6. aylarda istatiksel azalma olduğu saptandı. Tüm hastalarda bazale göre kortikosteroid ihtiyacı 3, 6 ve 12. aylarda istatiksel olarak anlamlı azalmış olup şu an klinik olarak 7 hasta tedavisiz tam remisyon, 1 hasta tedavisiz parsiyel remisyon, 2 hasta minimal tedavi altında tam remisyon, 1 hasta tedavi altında tam remisyon, 1 hasta minimal tedavi altında parsiyel remisyon durumlarını sürdürmektedir. Bir hasta kontrole gelmediği için takipten düşmüştür. İzlem süresince 7 hastada hiç yan etki gözlenmezken, en sık görülen yan etkiler hafif infüzyon reaksiyonları ve 3 diyabetik hastada hiperglisemi olmuştur. Relaps 7 (% 53.8) hastada ortalama 13.8 ayda ortaya çıkmıştır. Relapslarda idame ritüksimab uygulaması tercih edilmiştir.
Sonuçlar: Çalışmamızın sonucuna göre ritüksimab, özellikle dirençli PV hastalarında kortikosteroid ihtiyacını azaltmada etkili ve güvenli bir ajan olarak değerlendirilmiştir.
Background and Design: Pemphigus vulgaris (PV) is a severe, chronic, potentially life-threatening autoimmune blistering disease that affects the skin and mucous membranes, associated with the loss of cell-cell adhesion and blister formation. Systemic steroids in combination with immunosuppressive agents are the mainstay of therapy in pemphigus.
Rituximab is a chimeric monoclonal anti- CD20 antibody, has been tried increasingly for the treatment of PV.
Objective: We sought to test the efficacy and safety of rituximab as an adjuvant therapy by retrospective analysis of clinical and immunological data of patients.
Method: A retrospective analysis is presented of 13 patients with refractory pemphigus vulgaris who were treated with rituximab at Akdeniz University Hospital, Dermatology and Venereology Department, Bullous Disease Unit. We evaluated clinical and immunological data with last treatments.
Results: Patients were treated with one cycle of two biweekly infusions of rituximab at a dose of 1000 mg on days 1 and 15, except one received four doses of 375 mg / m2 intravenously weekly. The mean follow-up time was 18.5 months. All patients had a decrease in antibody titers or antibodies were completely undetected after treatment. Rituximab use resulted in a significant reduction in steroid dosage during follow-up. At the end of the follow-up period, 7 patients achieved complete disease remission without therapy, 1 patient achieved partial disease remission without therapy, 2 patients achieved complete remission on minimal therapy, 1 patient achieved complete remission on therapy, 1 patient achieved partial remission on minimal therapy, and one patient had no follow-up. Rituximab was well tolerated by all patients. Clinical relapse had seen 53.8% by the mean period of 13.8 months. Relapses have been managed with additional infusions of rituximab.
Conclusion: Rituximab is beneficial in the management of refractory PV, induces prolonged clinical remission and a steroid sparing effect.

8.A retrospective study of 102 patients with pemphigus
Mahmut Sami Metin, Okan Kızılyel, Ömer Faruk Elmas, Handan Bilen, Necmettin Akdeniz, Muhammet Çalık, Mustafa Atasoy
doi: 10.4274/turkderm.94715  Pages 125 - 128
Giriş ve Amaç: Pemfigus ciddi seyirli, hayatı tehdit edebilen kronik otoimmün mukokutanöz bir büllü hastalıktır. Bu çalışmanın amacı, 2004 ve 2013 yılları arsında takip edilen pemfigus hastalarının klinik, prognoz, epidemiyoloji ve tedavi seçenekleri ilgili verileri ortaya koymak ve analiz etmektir.
Gereç ve Yöntem: Erzurum’da 10 yıllık periyotta pemfigus tanısı alan hastalar retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, tanı metodu, yatış süreleri, cilt lezyonlarının dağılımı, tedaviler, tedavi dozları ve tedavi süreleri değerlendirildi.
Bulgular: Tahmini yıllık insidans hızı 100.000 kişi/yıla göre 1.31 vaka olarak bulundu. Erkek kadın oranı 1,081’di. Hastalığın başlangıç yaş ortalaması 48’di (yaş aralığı: 7-95 yıl). 36 hastada sadece cilt lezyonları, 66 hastada hem cilt hem oral mukoza lezyonları mevcuttu. Hastaların büyük çoğunluğunda (%58,8) pemfigus orta ya da yüksek doz kortikosteroid (40-160 mg/gün) ile tedavi edildi.
Sonuç: Pemfigus vulgaris Erzurumda en sık görülen klinik subtiptir. Çalışmamızda hastalığın başlangıç yaş ortalaması, dünyanın diğer bölgelerindeki çalışmalara göre bir dekat düşük olarak bulundu. Oral mukoza ve cilt tutulumunun birlikte görüldüğü hastalarda, sadece oral mukoza tutulumu olan hastalara göre, sistemik kortikosteroid dozu ve hastanede yatış süreleri anlamlı olarak yüksek bulundu.
Background and Design: Pemphigus is a severe and life-threatening chronic autoimmune mucocutaneous blistering disease. The aim of this study was to evaluate and analyze the course, prognostic factors and epidemiological, clinical and therapeutic features of pemphigus in patients followed between 2004 and 2013.
Materials and Methods: We performed a 10-years retrospective study of patients diagnosed with pemphigus in Erzurum. The parameters evaluated include age, sex, diagnostic methods, duration of hospitalizations, distribution of lesions, duration and therapeutic doses.
Results: The results showed that the estimated annual incidence rate was 1.31 cases per 100,000 person-years. The male to female ratio was 1.081. The mean age at onset of the disease was 48 years (range, 7–95 years). Thirty six patients had only skin lesions and sixty-six cases had both skin and oral mucosal lesions. The majority of the patients (58.8%) with
pemphigus were treated with middle or high-dose corticosteroids (40–160 mg/day).
Conclusions: Pemphigus vulgaris is the most common clinical subtype in Erzurum and the mean age of the disease onset in the present study was found to be a decade earlier than in other parts of the world. The patients with both oral mucosa and skin involvement required higher corticosteroid doses and longer hospitalization time when compared to the patients
with oral mucosa involvement alone.

9.Patch testing for allergic contact dermatitis: Three years retrospective results in Tekirdağ
Gamze Erfan, Mehmet Emin Yanık, Şule Kaya, Serkan Kalaycı, Kaan Taşolar, Mustafa Kulaç
doi: 10.4274/turkderm.15689  Pages 129 - 133
Amaç: Alerjik kontakt dermatit daha önce duyarlanmış kişilerde alerjenlerin deriye teması ile ortaya çıkan geç tip bir hipersensitivite reaksiyondur. Neden olabilecek alerjenler zaman içerisinde değişiklik gösterebileceği gibi coğrafi ve toplumsal farklılıklardan da kaynaklanabilir.
Yöntem ve Gereçler: 2011- 2014 yılları arasında alerjik kontakt dermatit tanısı alan 107 (63.3%) erkek, 62 (36.7%) kadın toplam 169 hastanın karakteristik özellikleri ve standart seri yama testi sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Yaş ortalaması 41.06 yıl saptanan hastaların ait olduğu meslek grupları en sık hizmet sektörü/ev hanımı (26.6%) olarak belirlendi ve hastalık süreleri ise ortalama 19.5 aydı. En sık el lokalizasyonunda (n: 105,%73) kontakt dermatiti olan hastalarda yama testi yapıldığı saptanırken, en az bir madde ile pozitiflik tüm olguların 50.3%’ünde tespit edildi. En sık pozitiflik gösteren yedi madde sırası ile nikel sülfat (n: 50, %29.6), kobalt klorid (n: 23, %13.6), potasyum dikromat (n: 22, %13), sesquiterpen lakton karışımı (n: 18, %10.7), tiuram (n: 10, %5.9), qinolin karışımı (n: 10, %5.9) ve 4-tert-butilfenol formaldehit reçine (n: 10, %5.9) idi. N-izopropil-n-fenil-4 fenilendiamin, epoksi-reçine, peru balsamı, formaldehit, quaternium-15, primin, tixokortol-21-pivalat, koku karışımı-2 ile hiçbir hastada pozitiflik saptanmadı.
Sonuç: Trakya bölgesinde yer alan Tekirdağ ilinin yama testi verilerinin ilk kez sunulduğu bu çalışma ile ülkemizin diğer bölgelerinde yapılan çalışmalar karşılaştırıldığında hastaların yaş ortalaması daha yüksek olarak tespit edilirken, meslek grubu ve lokalizasyon sıklığı açısından bulgular doğu illerinin verileri ile benzerlik göstermekteydi. Literatürde klinisyenler için Trakya bölgesinin alerjen özelliklerinin belirleneceği her ili kapsayan çok merkezli çalışmalara ihtiyaç olduğu kanaatindeyiz.
Background and Design: Allergic contact dermatitis is a delayed type hypersensitivity reaction to allergens in individuals who were sensitized with same allergens before. The causative allergens may change in time as well as vary among geographical and population based differences.
Materials and Methods: The characteristics of 169 patients-107 (63.3%) male, 62 (36.7%) female, who patch tested between 2011- 2014 with allergic contact dermatitis diagnosis and test results were retrospectively analysed.
Results: The mean age of all patients who had the most frequent occupation as service sector/house wife (26.6%) were 41.06 years and the mean disease duration of all patients was 19.5 months. The most frequent localization of disease was hands (n: 105,%73) and %50.3 of patients had positivity with at least one allergen. The most frequent seven allergens with positivity were nickel sulfate (n: 50, %29.6), cobalt chloride (n: 23, %13.6), potassium dichromate (n: 22, %13), sesquiterpene lactone mix (n: 18, %10.7), thiuram (n: 10, %5.9), clioquinol mix (n: 10, %5.9) and 4-tert-butilfenol formaldehyde resin (n: 10, %5.9), respectively. On the other hand in all patients there were no positivity with N-Isopropyl-N-phenyl-4-phenylenediamine, epoxy resin, balsam of peru, formaldehyde, quaternium-15, primin, tixocortol-21-pivalate, fragrance mix-2.
Conclusion: In comparison of this study which first reports patch test results of patients in Tekirdağ-a city in Trakya region and other studies that report patch test results of different regions of our country; the mean age of patients of present study were older and there were similar results for occupations and localization of disease in between eastern region and present study. We believe that further studies are needed to specify allergen characteristics of Trakya region using multicenter studies, which include other cities as well.

10.Insulin resistance and metabolic syndrome in female androgenetic alopecia
Selma Salman, Evren Odyakmaz Demirsoy, Nilgün Bilen, Zeynep Cantürk, Aysun Şikar Aktürk, Dilek Bayramgürler, Rebiay Kıran
doi: 10.4274/turkderm.59219  Pages 134 - 138
Giriş ve amaç: Bu çalışmada doğurganlık çağındaki kadınlarda androgenetik alopesi ile insülin direnci ve metabolik sendrom arasında ilişki olup olmadığını gösterebilmeyi amaçladık
Gereç ve yöntem: Çalışmada 45 yaş altı, Ludwig sınıflamasına göre 1. derece ve üzerinde androgenetik alopesili 55 kadın hasta ile aynı yaş aralığında androgenetik alopesisi olmayan 50 kadında insülin direnci ve insülin direnci ile ilişkisi bilinen metabolik sendrom varlığını araştırdık. İnsülin direncini hesaplamada homeostasis model assessment (HOMA) indeksi ile quantitative insulin sensitivity check index (QUICKI) yöntemlerini kullandık. Metabolik sendrom tanısı National Cholesterol Education Program Adult Treatment Panel III (NCEP ATP III) kriterlerine göre konuldu.
Bulgular: Açlık kan şekeri düzeyleri ortalaması hasta grubunda kontrol grubuna göre istatistiksel olarak daha yüksek saptandı (p<0.05). HOMA indeksine göre yapılan hesaplamada, 2.7 sınır değer kabul edilip, hasta ve sağlıklı gruplarda insülin direnci karşılaştırıldığında androgenetik alopesili hasta grubundaki 55 olgunun 11’inde (%20) insülin direnci saptanırken, 50 kişilik kontrol grubunun sadece 6’sında (%12) insülin direnci saptandı. Gruplar arası farklılık istatiksel olarak anlamlı değildi (P>0.05).
Her iki grup QUICKI değerleri açısından da karşılaştırıldı. Androgenetik alopesili grupta ortalama QUICKI değeri 0.36 ±0.04 iken, kontrol grubunda ortalama QUICKI değeri 0,36±0,03 bulundu. Gruplar arası fark istatiksel olarak anlamlı bulunmadı. (p>0.05)
Son olarak iki grup NCEP ATP III kriterleri baz alınarak metabolik sendrom varlığı açısından karşılaştırıldığında, androgenetik alopesili hasta grubundaki 55 olgunun 5’inde (%9.1) metabolik sendrom saptanırken, kontrol grubunda metabolik sendrom saptandı. Gruplar arası farklılık istatiksel olarak anlamlı bulunmadı (p<0.05).
Sonuç: Kadınlarda erken yaşta başlayan androgenetik alopesi ile insülin direnci ve metabolik sendrom arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı.
Background and design: In this study, we aimed to identify whether there was an association of insulin resistance and metabolic syndrome with androgenetic alopecia (AGA) in reproductive women.
Materials and methods: We investigated insulin resistance and metabolic syndrome, which is known to be associated with insulin-resistance, in 55 females with AGA (Ludwig I and above) who were under 45 years of age and 50 age-matched woman without AGA. We used homeostasis model assessment (HOMA) index and quantitative insulin sensitivity check index (QUICKI) to identify insulin resistance. The cut-off value for HOMA was accepted as 2.7. The diagnosis of metabolic syndrome was established using the National Cholesterol Education Program Adult Treatment Panel III (NCEP ATP III) criteria.
Results: Serum fasting blood glucose levels were significantly higher in females with AGA than in controls (p<0.05). According to HOMA index, insulin resistance was determined in 11 of 55 (20%) patients in the AGA group, whereas it was identified in only 6 of 50 (12%) controls. The difference between the two groups was not statistically significant (p>0.05). The two groups were also compared for the levels of QUICKI. The mean levels of QUICKI in patient control groups were 0.36±0.04 and 0.36±0.03, respectively. The difference between the groups was not statistically significant (p>0.05).
Finally, when the two groups were assessed according to the NCEP ATP III-criteria, metabolic syndrome was identified in 5 out of the 55 (9.1%) patients in the AGA group whereas none of participants had metabolic syndrome in control group. The difference between these groups was not statistically significant (p>0.05).
Conclusion: In our study, it was shown that there was no significant relationship of insulin resistance and metabolic syndrome with AGA in women.

11.The prevalance of demodex species in faculty of health science students
Hafize Özdemir, Edip Özer, Sevil Özdemir, Mehmet Alkanat
doi: 10.4274/turkderm.72558  Pages 139 - 141
Giriş ve Amaç: Demodeks follikulorum ve D. brevis özellikle yüzdeki kıl follikülerinde, derinin yağ bezlerinde yerleşen bir akardır. Araştırmanın amacı sağlık bilimleri fakültesi öğrencilerinde demodeks türlerinin görülme sıklığını ortaya koymaktır.
Gereç ve Yöntem: Sosyo-demografik anket formu uygulanan öğrencilerden standart yüzeyel deri biyopsi yöntemi ile örnek alındı. Örnekler mikroskopta demodeks türleri yönünden incelendi.
Bulgular: Çalışmada 270 öğrencinin %47,4’ünde demodeks türlerinden en az biri bulundu. Enfeste olguların çoğunda (%50,8) D. follikulorum ve brevis birlikteliği saptandı. Pozitif olguların %29,7’sinde yalnız D. follikulorum, %19,5’inde D. brevis tespit edildi. Çeşitli değişkenler ile etkenin görülme sıklığı arasında anlamlı ilişki saptanmadı.
Sonuç: Bu çalışma sağlık bilimleri fakültesi öğrencilerinde enfestasyonunun sık karşılaşılan ancak göz ardı edilen bir sağlık sorunu olduğunu ortaya koymuştur.
Objective: Demodex folliculorum and D. brevis are acari that can be found in hair follicles and sebaceous glands of the skin, especially on face of human. This study was aimed to reveal prevalance of Demodex species in faculty of health science students.
Methods: Skin surface biopsy was performed in subjects who completed socio-demographic questionnaire. The samples were examined under a microscope for demodex species.
Results: In this study, at least one species of demodex was found to be positive in 47.4% of 270 students. Coexistence of D. folliculorum and D. brevis was observed in most of the subjects (50.8%). In all positive cases, the presence of only Demodex folliculorum or brevis was found in 29.7% and 19.5% respectively. There was no relationship between variables and demodex prevalence.
Conclusion: This study showed that demodex species infestation is a common but an ignored health problem in faculty of health science students.

12.Efficacy of minimal ablative fractional Er: YAG laser in the treatment of acne scars: A retrospective study
Erol Koç, Selçuk Toklu, Serbay Gürel, Yıldıray Yeniay, Ercan Çalışkan, Gürol Açıkgöz
doi: 10.4274/turkderm.88965  Pages 142 - 146
Amaç: Akne skarı, inflamatuar aknenin deride oluşturduğu hasar sonucu gelişen bir sekelidir. Akne skarları tedavisinde farklı tedavi sonuçları ile birlikte çeşitli tedavi yöntemleri kullanılmaktadır. Bu tedaviler arasında, minimal ablatif fraksiyonel Er: YAG (Erbiyum: yttrium-aluminyum-garnet) lazer akne skarlarının iyileşmesinde popüler bir tedavi yöntemidir. Bu çalışmada minimal ablatif fraksiyonel Er: YAG lazer tedavisinin akne skarları üzerine etkinliğini ve tolerabilitesini retrospektif olarak araştırdık.
Yöntem ve Gereçler: Kliniğimizde Kasım 2011–Nisan 2013 tarihleri arasında akne skarı nedeniyle minimal ablatif fraksiyonel Er: YAG lazer tedavisi uygulanan 71 hastanın kayıtları retrospektif olarak değerlendirildi. Hasta dosyalarından hastaların demografik özellikleri, tedavi öncesi ve sonrası fotoğrafları, tedavi parametreleri ve hastalara uygulanan anketin sonuçları incelendi. Hastaların tedavi öncesi ve sonrası fotoğrafları karşılaştırılarak sonuçları değerlendirildi. Elde edilen klinik yanıt lezyondaki düzelme oranına göre derecelendirildi. Lazer tedavisi sonrası, tedavinin hemen ardından ve daha sonraki kontrollerde kaydedilen yan etkiler hasta dosyalarından elde edilerek değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen hastaların akne skarı tipleri; icepick (n=32, %45,1), rolling (n=24, %33,9), yüzeyel boxed (n=7, %9,8) ve derin boxed (n=8, %11,2) idi. Non-ablatif fraksiyonel Er: YAG lazer ile akne skarı tedavisine klinik yanıt derecesi %1,4 hafif, %38,1 orta, %47,8 iyi ve %12,7 mükemmel olarak değerlendirildi. Gözlenen yan etkiler ise %16,8 üç günü geçen eritem, %4,2 postinflamatuar hiperpigmentasyon, %7,0 akne alevlenmesi olarak kaydedildi. İcepick tip akne skarlarında klinik iyileşme oranları (3.2, iyi-mükemmel) ve hasta memnuniyet oranları (2.6, iyi-çok iyi) oldukça yüksek olarak saptandı. Benzer şekilde yüzeyel boxed tip skarlarda klinik iyileşme oranları (2.8, iyi) ve hasta memnuniyet oranları (2.6, iyi-mükemmel) olarak saptandı. Ancak derin boxed tip ve rolling tip akne skar tiplerinde klinik iyileşme daha düşük olarak saptandı.
Sonuç: Minimal ablatif fraksiyonel Er: YAG lazer tedavisi özellikle "icepick" tip ve "yüzeyel boxed" tip olmak üzere akne skarı tedavisinde etkili ve güvenli bir tedavi seçeneğidir. Özellikle akne klinik şiddeti hafif veya akne skarı yüzeyel ise lazer tedavisi etkili, şiddetli veya derin ise lazer tedavisi daha az etkili gibi görünmektedir.
Background: Acne scar is a complication of inflammatory acne due to the damage of skin. Various therapeutic modalities have been used for the treatment of acne scars. Among these treatments, minimal ablative fractional Er: YAG (Erbium: yttrium-aluminum-garnet) laser is a popular treatment modality for the improvement of acne scars. In this study, we restrospectively analysed efficiency and tolerability of minimal ablative fractional Er: YAG laser therapy in the treatment of acne scars.
Materials and Methods: Seventy one patients with acne scars treated with minimal ablative fractional Er: YAG laser in our clinic between November 2011 and April 2013 were retrospectively evaluated. Treatment parameters, demographic features and before and after pictures of the lesions were investigated from patients’ records in order to evaluate efficency of Er: YAG laser therapy. Patients’ photographs before and after treatment were compared. Clinical response was graded according to the percentage improvement. Side effects observed during treatment and in follow-up visits were evaluated from patients’ records.
Results: Acne scar types included in the study were icepick (n=32, 45.1%), rolling (n=24, 33.9%), shallow boxed (n=7, 9.8%) and deep boxed (n=8, 11.2%). Clinical improvement rates evaluated as 1.4% minimal, 38.1% moderate, 47.8% good and 2.7% excellent. Adverse effects were 16.8% erythema that lasted more 3 days, 4.2% postinflammatory hyperpigmentation and 7.0% acne aggravation. Clinical improvement (3.2, good-excellent) and patient satisfaction rates (2.6, good-excellent) for icepick type scars were very high. Similarly in shallow boxed scar types clinical improvement (2.8, good) and patient satisfaction rates (2.6, good-excellent) were high. However, in rolling scars and deep boxed scars clinical improvement rates were low.
Conclusion: Minimal ablative fractional Er: YAG laser therapy is an effective and safe treatment option for acne scars, especially, in icepick and shallow boxed types. In addition, superficial acne scars are more responsive to the minimal ablative fractional Er: YAG laser treatment relative to deep seated scar types.

13.Comparison of prognostic histopathological features in malignant melanoma with the expression of nm23 and p16 proteins
Şule Özsoy, Selda Seçkin
doi: 10.4274/turkderm.89633  Pages 147 - 152
Amaç: Bu çalışmada malign melanomalarda prognostik faktörler ile nm23 ve p16 ekpresyonu arasındaki korelasyonun araştırılıp, prognostik faktör olarak değerlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: 40 malign melanoma olgusunun HE kesitlerinde Breslow İndeks, Clark Level, ülserasyon varlığı ve lenfositik infiltrasyon durumu belirlenmiştir. Ayrıca tümör lokalizasyonlarının UV ışın maruziyeti de tespit edilmiştir. Tümörden hazırlanan kesitlere nm23 ve p16 antikoru uygulanmış immünreaktivite semikantitatif olarak değerlendirilmiştir.
Bulgular: Olgularda yaygınlığına göre nm23 protein ekspresyonu lenfosit infiltrasyonu ile orantılı (p=0,00), Breslow İndeksi ile ters orantılı (p=0,022) olarak saptanırken, Clark Level (p=0,082) ve ülserasyon (p=0,25) ile istatistiksel olarak ilişki saptanmamıştır. Yoğunluğuna göre nm23 ekspresyonu, lenfosit infiltrasyonu ile orantılı (p=0,00), Breslow İndeksi (p=0,002), Clark Level (p=0,004) ve ülserasyon (p=0,014) ile ters orantılı olarak saptanmıştır. Yaygınlık ve yoğunluğuna göre p16 protein ekspresyonu lenfosit infiltrasyonu (p=0,003 p=0,012) ile, yoğunluğuna göre ise ülserasyon (p=0,014) ile korele bulunmuştur. Breslow İndeksi (p=0,129, p=0,174) ve Clark Level (p=0,072, p=0,08) ile istatistiksel olarak korelasyon saptanmamıştır. UV ışın maruziyeti ile nm23 (p=0,877 p=0,563) ve p16 (p=0,471 p=0,810)ekspresyonu istatistiksel olarak korele bulunmamıştır.
Sonuç: Olgularda p16 ekspresyonu ile çoğu prognostik faktörlerle istatistiksel korelasyon bulunmamakla birlikte bulgular az da olsa prognozla korele olabileceğini ve ekspresyon farklılıklarının anlaşılıp tanımlanması için daha geniş olgu serilerinde çalışmaların gerekliliğini düşündürmüştür. Bulgular nm23ekspresyonunun prognostik faktörlerle belirgin korelasyon olduğunu göstermektedir.nm23ekspresyonunun, prognostik faktörlere ek bir parametre olabileceği, prognostik faktörlerle korele olmayan progres ve survileri açıklayabileceği düşünülmüştür.
Objective: The aim of the study is evaluating the correlation between prognostic histopathological factors in malignant melanoma and the expression of nm23 and p16 proteins and to investigate the value of these proteins as a prognostic factor.
Materials and Method:
Breslow index, Clark level, presence of ulceration and lymphocytic infiltration were evaluated in HE sections of 40 malignant melanoma cases. UV light exposure of tumor locations were also recorded. Nm23 and p16 antibodies were applied on tumor sections and immunoreactivity was evaluated semi-quantitatively.
Results:
According to extent of expression, nm23 protein was correlated with lymphocytic infiltration(p=0,00) where it was inversely proportional with Breslow index(p=0,022). No statistical correlation was determined between expression of this protein and Clark level(p=0,082 and ulceration(p=0,25). According to the intensity, expression of nm23 protein was correlated with lymphocytic infiltration(p=0,00) and it was inversely proportional with Breslow index(p=0,002), Clark level(p=0,004) and ulceration(p=0,014). The expression of p16 protein was correlated with lymphocytic infiltration according to both extensivines and intensity(p=0,003p=0,012), but it was correlated with ulceration according to intensity only (p=0,014). No statistical correlation with Breslow index(p=0,129p=0,174) and Clark level(p=0,072, p=0,08) was determined with expression of p16 protein. UV light exposure and expression of both nm23(p=0,877p=0,563) and p16(p=0,47p=0,810) proteins were not statistically correlated.
Conclusion:
In our study although we did not find any statistical correlation between expression of p16 protein and the majority of the prognostic factors, our findings suggest slight correlation with prognosis that additional studies of larger series are needed to be done to define the expression differences. Our findings indicate prominent correlation between the expression of nm23 protein and prognostic factors. The expression of nm23 protein is thought to be an additional parameter to prognostic factors and it might explain the progress and survival that are not correlated with prognostic factors.

CASE REPORT
14.Desmoplastic neurotropic melanoma: A diagnostic trap
Rabia Bozdoğan Arpacı, Tuba Kara, Ebru Serinsöz, Yasemin Yuyucu Karabulut, Didar Gürsoy, Alper Sarı, Anıl Özgür, Taner Arpacı
doi: 10.4274/turkderm.75350  Pages 153 - 156
Desmoplastik nörotropik melanoma (DNM) kutanöz melanomaların nadir bir varyantı olarak bilinmektedir. Otörler, ‘nörotropik’ terimini sinir infiltrasyonu veya nöral diferansiyasyonu ifade etmek için kullanmaktadır. Yetmiş dört yaşında kadın hasta, plastik ve rekonstrüktif cerrahi kliniğine 1 yıldır sol infraorbital bölgede olan şişlik şikayeti ile başvurdu. Lezyon eksize edilerek ‘bazal hücreli karsinoma’ ön tanısıyla patoloji labaratuarına gönderildi. Histopatolojik olarak, skar benzeri stromada az hiposellüler, minimal atipi içeren iğsi hücreler izlendi. Olgu ‘dermatofibroma’ ile uyumlu olarak değerlendirildi. Sekiz ay sonra, hasta aynı bölgede, daha derin yerleşimli nodül şikayeti ile yeniden başvurdu. Eksize edilen lezyonun histolojik incelemesinde fibrotik stromada hipersellüler, belirgin atipi ve mitoz içeren, nöral diferansiasyon ve infiltrasyon gösteren atipik iğsi hücreler görüldü. Lezyona immünhistokimyasal yöntem ile uygulanan S-100 proteini ile tümör hücrelerinde yoğun boyanma ve HMB45 antikoru ile negatif boyanma saptandı. Bu bulgular eşliğinde olgu ‘Desmoplastik Nörotropik Melanoma’ (DNM) olarak tanı aldı.
Birçok malign ve benign antite bu lezyonun ayırıcı tanısında bulunmaktadır. DNM, nadir görülen, sık rekürrens ve metastaz yapma poansiyeli olan ve özellikle patologlar için tanısal açıdan tuzak olabilecek malign bir tümör olduğundan doğru tanı oldukça önemlidir.
Desmoplastic neurotropic melanoma (DNM) is known as a rare variety of cutaneous melanoma. The authors defined the term ‘neurotropic’ which is used to refer to the associated nevre infiltration or neural differentiation. 74-year-old female applied to a plastic surgery clinic with one year history of a nodule on the left infraorbital skin. The lesion was excised by the surgeons and was sent to the pathology department.. The tumor with spindle cells in a scar like stroma was detected microscopically and diagnosed as a ‘dermatofibroma’. Eight months after surgery a deep-seated nodule recurred at the same place. This nodule was re-excised. In this sample, we saw hypercellularity, atypical mitoses and nerve infiltration of the spindle tumor cells having strong positive staining with S-100 protein and negative staining with HMB-45, so the ultimate diagnosis was DNM.
The differential diagnosis of this lesion includes many benign and malignant entities. This is crucial because of the potential for recurrence and metastasis of the lesion.

ORIGINAL INVESTIGATION
15.Urticaria multiforme in childhood and investigation of its association with mycoplasma pneumoniae infection
Yakup Canıtez, Şükrü Çekiç, Emel Bülbül Başkan, Şadıman Balaban Adım, Nihat Sapan
doi: 10.4274/turkderm.35902  Pages 157 - 163
Amaç: Ürtikerya multiforme; çocukluk çağında nadir görülen, akut ürtikerin, klinik ve morfolojik bir alt tipidir. Klinik tablosunda; akut başlayan, basmakla solan, anüler, polisiklik, koyu renkli veya ekimotik merkezleri olan eritematöz plaklar (hedef benzeri lezyonlar) görülebilir. Olguların tamamına yakınında kaşıntı, önemli bir kısmında yüz, el ve ayaklarda ödem saptanır. Hastalığın benign kutanöz bir aşırı duyarlılık reaksiyonu olduğu düşünülmekle birlikte, etyolojisi ve patogenezi hakkındaki mevcut veriler henüz yeterli değildir. Bu çalışmada ürtikerya multiforme tanısı alan çocuk hastaların klinik ve laboratuvar özellikleri ve Mycoplasma pneumoniae infeksiyonu ile ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Ürtikerya multiforme tanısı alan dört çocuk hastanın; klinik özellikleri ve laboratuvar bulguları (ek olarak Mycoplasma pneumoniae, rubella, parvovirus B19, herpes simpleks virüs, hepatitis B virüs, hepatitis C virüs, Epstein-Barr virüs, sitomegalovirüs, varisella zoster virüs serolojik testleri) sonuçları incelenerek Mycoplasma pneumoniae infeksiyonu ile ilişkisi araştırıldı. Onam veren iki hastaya yapılan deri biyopsisi bulguları kaydedildi.
Bulgular: Olguların yaşları 1,5-4 yaş arasında değişmekteydi ve erkek kız oranı 1 (2/2) idi. Hastaların tümünde deride kaşıntı; basmakla solan, anüler, polisiklik, koyu renkli veya ekimotik merkezleri olan eritematöz plaklar (hedef benzeri lezyonlar); ve yüz ve/veya akral bölgelerde ödem bulunmaktaydı. Deri bulguları başlamadan önce tüm olgularda ateş, 2 olguda alt solunum yolu, 2 olguda üst solunum yolu enfeksiyonu tablosu mevcuttu. Olgularda amoksisilin/klavulanik asit, ibuprofen, parasetamol, sefdinir, oksolamin sitrat ve klorfeniramin maleat gibi ilaç kullanım öyküleri vardı. Deri biyopsisi bulguları Ürtikerya multiforme ile uyumlu bulundu. Olguların 2’sinde (%50) Mycoplasma pneumonia IgM pozitif iken, diğer iki olgunun tüm serolojik tetkikleri normaldi.
Sonuç: Ürtikerya multiforme’li iki olguda klinik ve serolojik olarak Mycoplasma pneumoniae infeksiyonu saptanması sonucu, hastalığın gelişiminde mikrobiyal antijenlere karşı bir kutanöz hipersensitivite reaksiyonunun rolü olabileceği düşünüldü. Ürtikerya multiforme’nin özellikle eritema multiforme ve serum hastalığı benzeri reaksiyonlar ile ayırıcı tanısının yapılması önemlidir.
Background and Design: Urticaria multiforme is a rare clinical and morphological subtype of acute urticaria in childhood. Clinical features include acute onset of blanchable, annular, polycyclic, erythematous wheals with dusky or ecchymotic centers (target lesion-like). Pruritus nearly in all cases and edema on the face, hand and foot in the majority of them are seen. Even though urticaria multiforme is known as a benign cutaneous hypersensitivity reaction, the existing body of knowledge regarding its aetiology and pathogenesis of the disease is yet unclear. This study aimed to investigate the clinical and laboratory features children diagnosed with urticaria multiforme and its association with Mycoplasma pneumoniae infection.
Materials and Methods: The examination of clinical features and laboratory findings (in addition, serological tests for Mycoplasma pneumoniae, rubella, parvovirus B19, herpes simplex, hepatitis B virus, hepatitis C virus, Epstein-Barr virus, cytomegalovirus, varicella zoster virus) of a total of four cases diagnosed with urticaria multiforme and its association with Mycoplasma pneumoniae infection were investigated. Skin biopsy findings of two cases whose informed consent were obtained were recorded.
Results: Ages of the cases ranged between 1.5 and 4 and the ratio of male-female patients was 1 (2/2). All the patients had pruritus; blanchable, annular, polycyclic, erythematous wheals with dusky or ecchymotic centers (target lesion-like) on the skin; and edema on the face and/or acral regions. Before the skin findings commenced, all the cases had fever; two had lower respiratory tract and other two had upper respiratory tract infections. The patients had the history of the use of drugs such as amoxicillin/clavulanic acid, ibuprofen, paracetamol, cefdinir, oxolamine citrate and chlorpheniramine maleate. The skin biopsy findings were found to be compatible with urticaria multiforme. While Mycoplasma pneumoniae IgM were positive in of the two cases (50%), all the serologic tests were normal in the remaining two.
Conclusion: As a result of the clinical and serological detection of Mycoplasma pneumoniae infection in two cases with urticaria multiforme, it was thought that a cutaneous hypersensitivity reaction against microbial antigens could play a role in the development of the disease. It is important to have differential diagnosis of urticarial multiforme especially between serum-sickness-like reactions and erythema multiforme.

CASE REPORT
16.A Turkish family with Clouston syndrome caused by G11R mutation in GJB6
Zafer Yüksel, Özden Kutlay, Kadri Karaer
doi: 10.4274/turkderm.46343  Pages 164 - 166
Clouston tırnak distrofisi ve saç tutulumu ile giden otozomal dominant geçişli bir ektodermal displazidir (OMIM #129500). Hücreler arası bağlantı görevi yapan gap junction yapısında yer alan konneksin ailesinin bir üyesi olan konneksin 30'u (Cx30) kodlayan GJB6 genindeki mutasyonlardan kaynaklanmaktadır. Otuz yaşında bir kadın ve üç yaşındaki kızında Clouston sendromu tanısı kondu. Aile bireyleri tarandığında otozomal dominant kalıtımla uyumlu olacak şekilde 7 bireyin daha aynı kliniğe sahip olduğu görüldü. Hastalık oluşturucu heterozigot c.31G>A (p.G11R) mutasyonu Sanger dizileme yöntemi kullanılarak GJB6 geninin 5. ekzonunda saptandı. Daha önce farklı toplumlarda Clouston sendromlu hastalarda tanımlanan bu mutasyon Türk ailede ilk kez bildirilmektedir. Ek olarak indeks olguda gözlenen kardiyak arrest ve sinüs bradikardisi gibi kardiyak ileti sorunlarının Cx30 ile ilişkisi olabileceği düşünülmüştür.
Clouston Syndrome (CS) is an ectodermal dyplasia characterized by nail dystrophy and hair defects and inherited in an autosomal dominant trait (OMIM #129500). It is caused by the mutations in GJB6 gene which is encoding connexin 30 (Cx30), a member of connexin family and included in the structure of gap junctions serving in intercellular interactions. In the present paper, a 30-year-old mother and her 3-year-old daughter diagnosed as CS. Seven more family members were also diagnosed as CS compatible with autosomal dominant trait. The disease causing heterozygous mutation c.31G>A (p.G11R) was found by Sanger sequencing in exon 5 of GJB6. The latter mutation had been reported in several different populations yet it is reported for the first time in a Turkish family. Additionally, it is suggested that the history of cardiac conduction problems such as cardiac arrest and sinus bradycardia might be related with mutant Cx30.

17.Coexistence of nevus flammeus and nevus depigmentosus: Is it a new subtype of phakomatosis pigmentovascularis?
Ömer Faruk Elmas, Okan Kızılyel, Mahmut Sami Metin, Handan Bilen, Mustafa Atasoy
doi: 10.4274/turkderm.33497  Pages 167 - 168
Fakomatozis pigmentovaskülaris; vasküler malformasyonlar ve pigmente nevüslerin kombinasyonuyla karakterize nadir görülen bir genodermatozdur. Fakomatozis pigmentovaskülarisin çok sayıda alt tipi vardır ve literatürde çeşitli sınıflandırmalar önerilmiştir. Yüzde ve vücutta doğum lekesi şikâyeti ile kliniğimize başvuran 7 aylık kız çocuğunda, Nevüs depigmentozus ve yüzde dermatomal yerleşim gösteren Nevus flammeus tespit edildi. Literatür taramasında sadece bir vakanın benzer bir klinik ile prezente olduğu görüldü. Yeni bir fakomatozis pigmentovaskülaris alt tipi olarak tanımlanabileceğini düşündüğümüz olgumuzu sunuyoruz.
Phakomatosis pigmentovascularis is a rare genodermatosis characterized by combination of vascular malformations and pigmented nevi. There are numerous subtypes of phakomatosis pigmentovascularis and various classifications have been proposed in the literature. Nevus depigmentosus and dermatomal nevus flammeus were detected in 7 months old baby girl who suffer from birthmark on face and body. Only one case was found to be present with a similar clinical in the literature. We have reported this case because we think it is may be defined as a new type of phakomatosis pigmentovascularis

18.Toxic epidermal necrolysis due to concomitant use of valproic asid and lamotrigine
Hamdi Özcan, Hülya Cenk, Birgül Cumurcu
doi: 10.4274/turkderm.55481  Pages 169 - 172
Toksik epidermal nekroliz (TEN) nadir görülen, genellikle ilaç kullanımına bağlı gelişen, ani başlangıçlı, yaşamı tehdit eden, deri ve mukozaları etkileyen aşırı duyarlılık reaksiyonudur. Lamotrijin ve valproik asidin birlikte kullanılması bu ciddi reaksiyona neden olabilir. Otuz altı yaşındaki erkek hasta acil servis kliniğine yüksek ateş, gözlerde yanma hissi, oral ve genital mukozada erezyonlar, yaygın döküntü ve halsizlik şikayeti ile başvurdu. Hasta duygu durum bozukluğu nedeni ile valproik asid, olanzapin, ve sertralin kullanmakta idi. Döküntüleri başlamadan 15 gün önce tedavi protokolüne 25 mg/gün lamotrijin ilave edildiği ve lamotrijin dozunun 10 gün sonra 50 mg/gün dozuna arttırıldığı öğrenildi. Hasta TEN tanısı ile yanık ünitesine yatırılarak intravenöz immunoglobulin, kortikosteroid ve antibiyotik uygulanarak tedavi ve takibi yapıldı.
Valproik asid ve lamotrijinin birlikte kullanılması yan etki sıklığını arttırmaktadır. Toksik epidermal nekroliz ciddi komplikasyonlar ve ölüme neden olabilir. Hastalar tıbbi bir ekip tarafından takip edilmelidir. Komplikasyonların erkenden belirlenmesi ve uygun şekilde tedavi edilmeleri hastaların yaşam şansını arttıracaktır.
Toxic epidermal necrolysis (TEN) is a rare but life-threatening acute mucacutaneous hypersensitivity reaction, usually related to medications. Concomitant use of lamotrigine and valproic asid can cause this serious reaction. A 36 year-old-man admitted to emergency department with high fever, burning sensation at eyes, oral and genital mucous erosions, generalized rush and weakness. He had been taking valproic asid, olanzapine, and sertraline for bipolar affective disorder. Lamotrigine 25 mg/day treatment was added his treatment protocol 15 days ago before the rush and lamotgine dose was increased 50 mg/day 10 days later. The patient was diagnosed as TEN caused by concomitant use of valproic asid and lamotrigine. The patient followed up and treated at burn unit with intravenous immunoglobulin, corticosteroid and antibiotics.
Concomitant use of valproic asid and lamotrigine increases the frequency of adverse reaction. TEN may cause serious complications and mortality. The patients with TEN should be followed by a multi-disciplinary team. Early determination of complications and suitable management can increase survival.

19.Tick removal with liquid nitrogen: A practical approach
Sema Aytekin, Ruken Azizoğlu Anlı, Roza Zelal Abdioğlu
doi: 10.4274/turkderm.59265  Pages 173 - 174
Keneler kanla beslenen insan vücudunda lokal veya sistemik birçok komplikasyona neden olan ektoparazitlerdir. Kene ısırığı ile insana kene kaynaklı birçok hastalık geçebilir. Bu nedenle kene hemen ve canlı olarak tamamen çıkarılmalıdır. Literatürde kene çıkarımı ile ilgili bir çok metot bildirilmiştir. Biz burada çok basit bir metot olan likit nitrojen ile kene çıkarımını bildiriyoruz.
Ticks are blood feeding ectoparasites which can cause local and systemic complications to human body. A lot of tick-borne human diseases, can be transmitted by a tick bite. Therfore any tick found should be immediately and completely removed alive. Many methods of tick removal have been reported in the literature. We report herein a very simple method of tick removel with liquid nitrogen.

LETTER TO THE EDITOR
20.A case of dermatosis neglecta
Düriye Deniz Demirseren, Fadime Kılınç, Sibel Orhun Yavuz, Candemir Ceran, Ahmet Metin
doi: 10.4274/turkderm.71205  Pages 175 - 176
yazımız editöre mektup formatında olduğu için özet mevcut değildir
yazımız editöre mektup formatında olduğu için özet mevcut değildir

WHAT IS YOUR DIAGNOSIS?
21.What is your diagnosis?
Emine Ünal, Müzeyyen Gönül, Ülker Gül, Seray Çakmak, Arzu Kılıç, Derya Yayla, Işıl Deniz Oğuz, Sezer Kulacoğlu
Pages 177 - 178
Anjiyoma Serpijinozum (AS) papiller dermiste kapiller dilatasyon ve proliferasyonların izlendiği nadir görülen vasküler nevoid bir hastalıktır. Deri lezyonları asemptomatik, grube, kırmızıdan mora değişen renklerde görülen noktasal maküllerden oluşan yamalardır. Klasik olarak çocuklukta başlar ve kadınlarda daha sık görülür. Tipik olarak alt ekstremiteleri etkiler. Çoğu olgu sporadiktir ancak otozomal dominant kalıtım da bildirilmiştir. Histopatolojik incelemede papiller dermiste tek veya yaygın grube genişlemiş kapillerler görülür. 20 yaşında kadın hasta sol kolda beş yıldır var olan kırmızı lekeler şikayeti ile polikliniğimize başvurdu. Dermatolojik muayenesinde sol önkolda eritemli makül ve yamalar tespit edildi. Klinik ve histopatolojik bulgulara dayanarak olguya AS tanısı konuldu. Bu hastalığın vaskülit ve diğer bazı vasküler hastalıklardan ayrılması gerekir. Bu nedenle, bu yazıda bir AS olgusu sunulması amaçlanmış ve ilişkili literatür gözden geçirilmiştir.
Anjiyoma Serpijinozum (AS) papiller dermiste kapiller dilatasyon ve proliferasyonların izlendiği nadir görülen vasküler nevoid bir hastalıktır. Deri lezyonları asemptomatik, grube, kırmızıdan mora değişen renklerde görülen noktasal maküllerden oluşan yamalardır. Klasik olarak çocuklukta başlar ve kadınlarda daha sık görülür. Tipik olarak alt ekstremiteleri etkiler. Çoğu olgu sporadiktir ancak otozomal dominant kalıtım da bildirilmiştir. Histopatolojik incelemede papiller dermiste tek veya yaygın grube genişlemiş kapillerler görülür. 20 yaşında kadın hasta sol kolda beş yıldır var olan kırmızı lekeler şikayeti ile polikliniğimize başvurdu. Dermatolojik muayenesinde sol önkolda eritemli makül ve yamalar tespit edildi. Klinik ve histopatolojik bulgulara dayanarak olguya AS tanısı konuldu. Bu hastalığın vaskülit ve diğer bazı vasküler hastalıklardan ayrılması gerekir. Bu nedenle, bu yazıda bir AS olgusu sunulması amaçlanmış ve ilişkili literatür gözden geçirilmiştir.