Derinin T hücreli lenfomaları farklı biyolojik davranış biçimleri sergileyen heterojen neoplastik hastalıklardır. Etyolojileri bilinmemekle birlikte bazı otörler tarafından multifaktöryel orijin ve aşamalı gelişim hipotezi öne sürülmüştür. Kutanöz T hücreli lenfoma patogenezinde gözlenen immünolojik olaylar, sitokin veya hedef tedaviler gibi yeni tedavi stratejilerinin araştırılmasına yol açmıştır. Son zamanlarda TNM klasifikasyonu, tümör yükü indeksi ve diğer kriterlere dayanılarak tanımlanan Prognostik İndeksin, kutanöz lenfomaların prognozuyla korelasyon gösterdiği saptanmıştır. Ayrıca bir çok çalışmada bazı klinik, serolojik ve immünofenotipikal prognostik göstergelerle de belirlenmiştir. Bu makalede kutanöz T hücreli lenfomaların immünopatogenezi, evrelendirmesi ve prognostik faktörler gözden geçirilmiştir.
Yavuz Harmanyeri, Bilal Doğan, M. Oktay Taşkapan, Melahat Öz Pages 93 - 94
Son zamanlarda yapılan bazı çalışmalar, kronik idiyopatik ürtikerli (KİÜ) hastaların yaklaşık üçte birinde yüksek afiniteli IgE reseptörü FC? µ ve/veya IgE' ye karşı oluşmuş dolanan fonksiyonel antikorların varlığını göstermiştir. Bu antikorları klinik olarak saptayabilmek için otolog serum deri testi (OSDT) kullanılabilmektedir. Bu testin temeli, hastaya kendi serumunun (otolog serum) intradermal injeksiyonu sonucu oluşacak ürtikeryal reaksiyonun değerlendirilmesidir. Çalışmamızda bu test, klasik tedavilere dirençli 73 kronik idiyopatik ürtikerli hastaya uygulandı. Bu hastaların 13' ünde test pozitifken, 20 kontrol vakasında pozitiflik saptanmadı. Sonuç olarak, KİÜ' de OSDT pozitifliği prevalansı %17,8 olarak saptandı. Bu oran benzer çalışmalarda bildirilen oranlardan daha düşüktür.
Androgenetik alopesili erkeklerde, normal saça sahip kontrol grubu ile karşılaştırmalı yapılan bu çalışmada, başta kan lipid profilleri olmak üzere, ateroskleroz için diğer majör risk faktörleri olan hpertansiyon, sigara içimi ve diabetes mellitus parametreleri incelendi. Ortalama yaşı 50 olan 82 erkek hasta, ortalama yaşı 50 olan 70 kişilik kontrol grubu ile kan lipid profili yönünden karşılaştırıldığında, hipertrigliseritemi, hiperkolesterolemi ve HDL - kolesterol düşüklüğü vaka grubunda yüksek olmasına rağmen, kontrol grubuyla aradaki farklar istatistiksel olarak anlamsızdı. Hipertansiyon, sigara içimi ve diabetes mellitus için benzer sonuçlar elde edildi. sonuç olarak; çalışmamızdan elde ettiğimiz bulgular doğrultusunda, genel olarak AGA' lı erkeklerin, ateroskleroz ve dolayısıyla KH için risk faktörlerinden hiperlipidemi, hipertansiyon, diabet ve sigara içimi yönünden, normal saç yapısına sahip kişilerden farklı değerlendirilmemesi gerektiğine inanıyoruz.
Trabzon ve çevresinin dermatofit türlerini belirlemek amacıyla Ocak 1997 ile Haziran 1998 tarihleri arasında polikliniğine başvuran, kliniği dermatofitoz ile uyumlu hastalardan deri, saç ve tırnak örnekleri alındı. direkt mikroskobik ve/veya kültürel incelemelerde mantar elemanına rastlanan 598 hastanın toplam 652 lezyonlu bölgesi üzerinde çalışma gerçekleştirildi. Direkt mikroskobisi pozitif örneklerin %48,0' ında kültürde üreme olduğu belirlendi. 17 örneğin ise direkt mikroskobisi negatif olmakla birlikte kültürde üreme mevcuttu. Çalışmamızda T. Pedis' in en sık görülen dermatofitoz olduğu ve bunu sırasıyla T. İnguinalis ve T. Unguim' un izlendiği; diğer dermatofitozların ise daha az görüldüğü belirlendi. Kültürel çalışmalarda dermatofit izolasyon oranları sırasıyla T. Rubrum %69,5, E. Floccosum %18,1, T. Mentagrophytes %9,4, M. Audouinii %1,3, T.violaceum %1,0, T. Tonsurans %0,3, M. Ferrugineum %0,3 şeklindeydi.
1 Ocak 1993-31 Aralık 1998 tarihleri arasındaki 6 yıllık dönemde Haseki Hastanesi Dermatoloji Polikliniğinde sifiliz tanısı konan toplam 278 olgu yaş, cinsiyet,medeni hal ve klinik bulgularına göre değerlendirilmiştir. Çalışma grubumuzda sifilizin cinsel aktif yaşta, erkeklerde ve evli kişilerde daha sık görüldüğü saptanmıştır. Hastalarımızın %29.8' i 1. devir sifiliz, %47.6' sı 2. devir sifiliz, %21.8'i latent sifiliz, %0.4' ü 3. devir sifiliz, %0.4' ü erken doğumsal sifiliz olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca son 6 yıl süresince çeşitli nedenlerle hastanemiz dermatoloji polikliniğine başvuran hasta grubunda sifiliz prevalansı yıllar arasında önemli ölçüde bir değişiklik göstermemiştir.
Çalışmada akne vulgarisin sosyal, mesleki ve özel yaşam üzerine etkilerinin araştırılması amaçlandı. Yüzyetmişaltı akne vulgarisli hastanın klinik değerlendirmeleri yapılarak toplam 19 sorudan oluşan, spesifik olarak aknenin ve genel olarak deri hastalıklarının yaşam kalitesine etkilerini sorgulayan bir anket formunu doldurmaları sağlandı. Her iki test sonuçları açısından kadın ve erkekler arasında fark saptanmadı. Yaşam kalitesi indeksleriyle akne başlangıç yaşı, süresi ve şiddeti arasında ilişki bulunmadı. Hafif ve orta şiddetli aknesi olan bireylerin özellikle adolesan dönemde sık görülen bir hastalık olan akne ile yaşamayı kabullendikleri, aknenin sosyal ve psikolojik açıdan yaşam kalitesi üzerinde etkili olmadığı sonucuna varıldı.
Mehmet Yıldırım, Vahide Baysal, Atike Arıcan Pages 110 - 113
Psoriasis vulgaris, keskin sınırlı, sılıkla eritemli skuamlı plaklarla karakterize nüks ve remisyonlarla seyreden, kronik inflamatuvar bir deri hastalığıdır. Psoriasisin etyopatogenezi tam olarak bilinmemektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda psoriasis lezyonlarında serbest oksijen radikallerinin arttığı ve antioksidan sistemin yetersiz olduğu saptanmıştır. Çalışmamızda 22 psoriasisli hasta ve 20 sağlıkı bireyden kan ve deri biyopsileri alınarak, eritrosit superoksit dismutaz (SOD), eritrosit glutatyon peroksidaz (GSHPx), serum katalaz (CAT) aktiviteleriyle serum malondialdehit (MDA) ve doku MDA seviyeleri çalışıldı. Eritrosit SOD aktivitelerine bakıldığında iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamadı. Eritrosit GSHPx aktiviteleri karşılaştırıldığında hasta grubunda eritrosit GSHPx aktivitesi istatistiksel olarak anlamlı olarak düşük bulundu. Serum CAT aktivitesi hasta grubunda istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde yüksek bulundu. Serum MDA seviyeleri karşılaştırıldığında iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı. Doku MDA değerleri psoriasisli grupta istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksek bulundu. Sonuçlarımız psoriasiste oksidan-antioksidan sistemde bir bozukluk olduğu düşüncesini desteklemektedir.
1,5 yıl önce başlayıp sırta ve kollara ayılan tek veya birbirleriyle birleşik, üzeri hiperkeratozik papülleri olan 29 yaşındaki erkek hastaya perforan folikülit tanısı kondu. Hidradenitis süpürativa ve dev plantar verrü birlikteliği, önce UVA sonra sistemik isotretinoin tedavilerine iyi yanıt vermesi nedeni ile bildirim uygun görüldü.
Mukaddes Kavala, Sibel Südoğan, Hülya Karadayı, İlkin Z. Arınkal, Gaye Ünal, Sema Akkız, İhsan Kuru Pages 118 - 120
Etyolojisinde renal yetmezliğe bağlı sekonder hiperparatrodizmin rol oynadığı kalsiflaksi; deri nekrozları ve ülserasyonları ile seyreden klinik bir tablodur. Klinik görünümünde her iki bacağın alt ve üst kısmında subkutane nodüller, plaklar ve bunların üstündeki deride aşırı nekrozla seyreden ve histopatolojik olarak da yaygın metastatik kalsifikasyon saptanan, 36 yaşında kronik böbrek yetmezliği olan kadın hastayı nadir görülmesi nedeniyle sunmayı uygun bulduk.
Granüloma fasiyale yüzde yerleşen, deriden kabarık, yumuşak papül, plak veya nodüllerle karakterize nadir görülen bir hastalıktır. Lezyonlar genellikle tektir, bazı olgularda birden fazla sayıda olabilir. Sağaltımda farklı yöntemler kullanılmaktadır, ancak sonuç çoğunlukla yüz güldürücü değildir. Karakteristik histopatolojik özellikler gösteren ve birden fazla sayıda lezyonu olan 45 yaşında bir granuloma fasiyale olgusu, intralezyonel kortikosteroid ve kriyoterapi sağaltımı sonuçları ile birlikte sunulmuştur.