E-ISSN 2651-5164 / Print-ISSN 2717-6398
TURKDERM - Turkish Archives of Dermatology and Venereology - Turkderm-Turk Arch Dermatol Venereol: 56 (1)
Volume: 56  Issue: 1 - 2022
1.Cover

Pages I - VI

REVIEW ARTICLE
2.Primary cutaneous lymphomas and Coronavirus disease-2019: A critical overview of primary cutaneous lymphoma management in pandemic
Sinem Örnek, Aslı Bilgiç, Serkan Yazici, Dilek Bayramgürler, Hatice Şanlı, Nahide Onsun
doi: 10.4274/turkderm.galenos.2021.47817  Pages 1 - 6
Koronavirüs hastalığı-2019 (COVID-19), solunum yolu enfeksiyonunun ciddi bir nedenidir ve şiddetli seyri, maligniteler ve immünosüpresif tedaviler gibi bazı risk faktörleriyle ilişkilendirilmiştir. Primer kutanöz lenfomalar (PKL), sağkalım oranlarına göre indolent ve agresif tipler olarak sınıflandırılan heterojen bir immün sistem neoplazmaları grubudur. PKL’lerin tedavisi, deriye yönelik tedavilerden sistemik tedavilere kadar uzanır ve bunların bazılarının immünosüpresif etkileri vardır. COVID-19 salgını sırasında, PKL’li hastalar olası COVID-19 komplikasyonlarından korunmalı, tedaviye bağlı riskler de dikkate alınarak hastalığı kontrol altına almak için optimal tedavi sağlanmalıdır. Bu bağlamda, COVID-19 pandemisi sırasında PKL yönetimi ile ilgili önerileri literatür ışığında gözden geçirdik. Topikal tedaviler genellikle düşük riskli tedaviler olarak düşünülebilir ve kesintisiz olarak devam ettirilebilir. Fototerapi, deri radyoterapisi ve total deri elektron ışınlaması tedavileri, hastane ziyareti gerektirdiği için COVID-19’a maruz kalma riskini artırır. İnterferonlar, sistemik retinoidler, metotreksat ve sistemik kortikosteroidler gibi orta riskli tedaviler dikkatle kullanılabilir. COVID-19 ile ilişkili komorbiditeye sahip ileri evre hastalar ve daha önce immünosüpresif tedavi almış hastalar dikkatlice değerlendirilmelidir. Yüksek riskli olduğu düşünülen biyolojik ajanlar ve sistemik kemoterapötikler gerektiğinde geciktirilmemelidir. Bununla birlikte, hastalık stabil ise, tedaviler arasındaki aralıkların uzatılması veya alternatif tedavilere geçiş tercih edilebilir. En önemlisi, PKL’li tüm hastaların pandemi devam ettiği sürece genel koruma önlemlerine uyması sağlanmalıdır
Coronavirus disease-2019 (COVID-19) is a serious cause of respiratory tract infection, and its severe course has been associated with some risk factors, including malignancies and immunosuppressive treatments. Primary cutaneous lymphomas (PCL) are a heterogeneous group of immune system neoplasms, which are subclassified as indolent and aggressive types according to their survival rates. PCL treatment ranges from skin-based therapies to systemic treatments, of which immunosuppressive effects occur in some. During the COVID-19 pandemic, patients with PCL should be protected from possible COVID-19 complications, and the optimal treatment should be provided to control the disease taking into account the treatment-related risks. Therefore, recommendations about the management of patients with PCL during the COVID-19 pandemic were overviewed in light of the literature. Topical treatments can generally be considered low-risk therapies and can be continued without interruption. Phototherapy, skin radiotherapy, and total skin electron beam therapy increase the risk of COVID-19 exposure due to hospital visits. Moderate-risk therapies like interferons, systemic retinoids, methotrexate, and systemic corticosteroids might be used with caution. Advanced-stage patients with COVID-19 related comorbidity and who previously received immunosuppressive therapy should be carefully evaluated. Biological agents and systemic chemotherapeutics, which are considered high-risk, should not be delayed when needed. However, increasing intervals between treatments or switching to alternative therapies may be preferable in stable diseases. Most importantly, all patients with PCL should be ensured to comply with general protection measures as long as the pandemic continues.

ORIGINAL INVESTIGATION
3.Facial hypertrichosis after isotretinoin therapy: Is it a side effect or coincidence?
Esra Saraç, Alkım Ünal
doi: 10.4274/turkderm.galenos.2021.32396  Pages 7 - 11
Amaç: İzotretinoin tedavisi sonrası görülen kıl artışı sık olmamasına rağmen ilacın en rahatsız edici yan etkilerinden biri olabilir. Bu çalışmanın amacı, sistemik izotretinoin kullanımı ile yüzde gelişen hipertrikoz arasındaki ilişkinin araştırılmasıdır.
Gereç ve Yöntem: Bu prospektif çalışmaya premenapozal dönemdeki kadın akne vulgaris hastaları dahil edildi. Laboratuvar testleri (beta-insan koryonik gonadotropin, total kolesterol, trigliserid, düşük yoğunluklu lipoprotein, yüksek yoğunluklu lipoprotein, aspartat aminotransferaz, alanin aminotransferaz) tedavi başında ve çalışma boyunca aylık olarak değerlendirildi. Çalışmanın başında vücut kitle indeksi (VKİ) hesaplandı. Hastaların kıl artışı şikayeti olduğunda veya artış hekim tarafından gözlendiğinde ek olarak hormon [lüteinleştirici hormon, folikül uyarıcı hormon, total testosteron, serbest-testosteron, dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEAS), prolaktin, 17-hidroksiprogesteron, glikoz, insülin] seviyeleri ve abdominopelvik/transvajinal ultrasonografi değerlendirildi. Akne şiddeti Global Akne Değerlendirme Ölçeği (GADÖ) ile, hirsutizm skoru modifiye Ferriman-Gallwey (m-FGS) skoru ile hesaplandı. Çene ve yanakların bazal ve aylık çekilen dijital dermoskopik fotoğrafları kıl sayımı için ImageJ programına aktarıldı. Bazal kıl sayısına göre tedavi sonunda %5’ten fazla kıl artışı hipertrikoz olarak kabul edildi.
Bulgular: Çalışmaya 18-34 (ortanca: 21,5) yaş arasındaki 30 hasta katıldı. Ortalama tedavi süresi 6,2±0,6 aydı. Yüzde kıl artışı 3 (%10) hastada tespit edildi. Bir hastada DHEAS seviyesi yüksek olup bu hastanın abdominal ultrasonografisi normaldi. İzotretinoin tedavisi kesilmeden DHEAS seviyesi 2 ay sonra normale döndü. Yüzde kıllanma artışı olan 3 hasta ile diğer 27 hastanın ortalama GADÖ (p=0,52), bazal m-FGS (p=0,42) ve VKİ (p=0,71) değerleri karşılaştırıldığında istatiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Tedavi kürleri tamamlandıktan ortalama 2 (1-3) ay sonra hipertrikozun spontan olarak kaybolduğu gözlendi.
Sonuç: İzotretinoinle indüklenen yüzde kıl artışının patomekanizması tam olarak aydınlatılamamıştır. Tedavi tamamlandıktan sonra kıllanmanın spontan olarak düzelmesi, bu durumun duyarlı kişilerde ilaca bağlı geçici bir hormonal dengesizlik sonucu oluşabileceğini düşündürmektedir.
Background and Design: Excessive hair growth after isotretinoin treatment for acne vulgaris is not common, but may be one of the most undesirable side effects of the drug. The aim of this study is to investigate the relationship between systemic isotretinoin use and facial hypertrichosis.
Materials and Methods: Female acne patients in premenopausal age were included in this prospective study. Laboratory tests [beta-human chorionic gonadotropin, total cholesterol, triglyceride, low-density lipoprotein, high-density lipoprotein, aspartate aminotransferase, alanine aminotransferase] were evaluated initially and monthly during the study period. Hormone levels [luteinizing hormone, follicle stimulating hormone, total testosterone, free testosterone, dehydroepiandrosterone-sulfate (DHEAS), prolactin, 17-hydroxyprogesterone, glucose, and insulin] and abdominopelvic/transvaginal ultrasonography were also evaluated when there was a complaint or clinical findings of excessive hair growth. Body mass index (BMI) was calculated at the beginning of the study. Severity of the acne was assessed with Global Evaluation Acne Scale (GEAS). Hirsutism scores were calculated with Modified Ferriman-Gallwey score (m-FGS). Baseline and monthly taken digital dermoscopic photographs from the chin and cheeks were transferred to the ImageJ program to count the hair. Hair increases of >5% at the end of the treatment according to the basal hair count was accepted as hypertrichosis.
Results: Thirty patients aged between 18-34 (median: 21.5) participated in the study. Mean duration of the therapy was 6.2±0.6 months. Facial hair growth was detected in three (10%) patients. One patient had an elevated DHEAS level with normal abdominal ultrasonography findings. Without the cessation of isotretinoin therapy, DHEAS level decreased to normal limits after two months. There was no statistically significant difference found between the mean GEAS (p=0.52), basal m-FGS (p=0.42), and BMI (p=0.71) of three patients with facial hypertrichosis, and in the remaining 27 patients. Facial hypertrichosis disappeared spontaneously 2 months (1-3 month) after the treatment courses were completed.
Conclusion: The patho-mechanism of isotretinoin induced facial hair growth is not fully clarified. Since the facial hypertrichosis disappeared spontaneously when the treatment was ended, we think that this may be due to a temporary drug induced hormonal imbalance in susceptible individuals.

4.Dupilumab for atopic dermatitis treatment: A single-center retrospective study
Gülbin Yaşar, Aslı Bilgiç, Ertan Yılmaz
doi: 10.4274/turkderm.galenos.2021.36604  Pages 12 - 16
Amaç: Atopik dermatit (AD) sık görülen kronik, tekrarlayıcı, kaşıntılı, inflamatuvar bir deri hastalığıdır. Tedavisinde çeşitli tedavi ajanları bulunsa da bu ajanların ciddi yan etkileri kullanımlarını sınırlamaktadır. Son zamanlarda, interlökin-4 (IL-4) ve IL-13 reseptörlerinin IL-4 reseptör alfa alt birimini hedefleyen heterodimerik bir insan monoklonal antikoru olan dupilumab onay almıştır ve dirençli AD’li hastalarda Sağlık Bakanlığı izni ile kullanılabilmektedir.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada hastalarımızın klinik özelliklerini ve dupilumab tedavi yanıtlarını retrospektif olarak değerlendirmeyi amaçladık. Konvansiyonel tedavilere yanıt vermeyen ve dupilumab başlanan AD’li hastalar çalışmaya dahil edildi. Hastaların sosyodemografik ve laboratuvar verileri, önceki tedavileri ve dupilumab tedavi öncesi ve sonrasındaki hastalık şiddet skorları [egzama alan ve şiddet indeksi (EAŞİ)] ve tedavi yanıtları değerlendirildi.
Bulgular: Haziran 2019 ile Mart 2021 arasında takip edilen toplam 21 hasta (13 erkek, 8 kadın) saptandı. Hastaların ortalama yaşı 40,57±15,21 yıldı. Ortalama dupilumab tedavi süresi 6,59±5,88 aydı. Dupilumab başlangıcındaki ortalama EAŞİ skoru 15,35±8,03 iken, tedavi sonrası ortalama EAŞİ skoru 4,6±2,9 olarak saptandı. Hastaların yaklaşık %75’inde %70-100 aralığında bir iyileşme saptandı. Tedavinin kesilmesini veya doz değişikliğini gerektiren hiçbir yan etki gözlenmedi.
Sonuç: Ülkemizden bildirilen en yüksek hasta sayısına sahip olan çalışmamızda, dupilumabın geleneksel tedavilere dirençli AD’de oldukça etkili ve güvenli bir seçenek olduğu saptanmıştır.
Background and Design: Atopic dermatitis (AD) is a common chronic, recurrent, and itchy inflammatory skin disease. Various therapeutic agents are available, but severe side effects may limit their usage. Recently, dupilumab, a human monoclonal antibody that targets the interleukin-4 (IL-4) receptor alpha subunit of heterodimeric IL-4 and IL-13 receptors, is approved and might be used in patients with resistant AD, with the permission of the Ministry of Health.
Materials and Methods: This study aimed to retrospectively evaluate the clinical characteristics of patients and dupilumab treatment responses in our center. This study included patients with AD who were unresponsive to conventional treatments and treated with dupilumab. Sociodemographic, laboratory data, previous treatments, and responses along with disease severity scores [eczema area and severity index (EASI)] before and after dupilumab were evaluated through the electronic files of patients.
Results: A total of 21 patients (13 males and 8 females) between June 2019 and March 2021 were identified. The mean age of patients was 40.57±15.21 years. The mean duration of dupilumab treatment was 6.59±5.88 months. The mean EASI score at the beginning of dupilumab was 15.35±8.03, whereas 4.6±2.9 after treatment. A 70-100% improvement was found in approximately 75% of the patients. No side effects were observed that required treatment discontinuation or dose changes.
Conclusion: Our study has the highest number of reported patients in our country, which revealed that dupilumab is highly effective and safe for conventional treatment-resistant AD.

5.The effects of isotretinoin on the inner ear in patients with acne vulgaris
Esra İnan Doğan, Özlem Yağız Aghayarov
doi: 10.4274/turkderm.galenos.2021.73659  Pages 17 - 23
Amaç: Sistemik izotretinoin (İSO), nodülokistik akne tedavisinde kullanılan en önemli tedavi ajanlarından biridir. Pek çok sistem üzerine birçok yan etkisi vardır, bunlardan biri nadiren bildirilen işitme sistemidir, ayrıca önceki çalışmalarda sistemik İSO ve işitme sistemi üzerine etkisi ile ilişkili olumlu ve olumsuz sonuçlar bildirilmiştir. Bu çalışmada sistemik İSO’nun işitme fonksiyonu üzerine olan etkilerini araştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 6 ay süreyle 0,8 mg/kg oral İSO ile tedavi edilen 53 akne vulgaris hastası (106 kulak) dahil edildi. Saf ses odyometrisi, konuşmayı ayırt etme testi (SD) ve bozulma ürünü otoakustik emisyon (DPOAE) değerleri sağ ve sol kulak için ayrı ayrı bakılarak ortalama değerleri alındı.
Bulgular: SD ve ortalama saf ses eşiklerinde (PTA) tedaviden önce, tedavinin 3. ayı ve tedaviden sonra 4. ay arasında anlamlı bir fark bulunmadı. Ek olarak, tedavinin üçüncü ayındaki DPAOE değerleri, tedavi öncesi DPAOE değerleri ile kıyaslandığında 6.000, 8.000 ve 10.000 Hz frekanslarda istatistiksel olarak anlamlı bir amplitüd artışı görüldü ancak tedaviden sonraki 4. ay ile tedavi öncesi DPAOE değerleri arasında anlamlı bir fark saptanmadı.
Sonuç: Sonuçlarımız bize İSO tedavisinin koklear fonksiyonu ölçme açısından önemli bir parametre olan DPOAE değerleri üzerine geçici bir etki yaparken, SD ve PTA üzerinde herhangi bir değişikliğe yol açmadığını göstermiştir. Sonuç olarak, İSO’nun işitme sistemi açısından güvenli ve iyi tolere edilebilen bir ajan olduğu görülmektedir. Bu nedenle, sistemik İSO’nun kalıcı ototoksik etkilerinin olmadığı ve hatta işitmeyi geçici olarak olumlu yönde etkilediği için klinisyenlerin şiddetli akne tedavisinde çok etkili olan bu ilacı işitme sistemi açısından güvenle kullanabileceğini düşünmekteyiz.
Background and Design: Systemic isotretinoin (ISO) is one of the most important treatment agents that are used in nodulocystic acne treatment. It has many effects on many systems of the body. Previous studies reported positive and negative results related to systemic ISO and its effects on hearing. Thus, this study aimed to investigate the effects of systemic ISO on hearing functions.
Materials and Methods: This study included 53 patients with acne vulgaris (106 ears) that were treated with 0.8 mg/kg oral ISO for 6 months. Pure tone audiometry (PTA), speech discrimination test (SD), and distortion product otoacoustic emission (DPOAE) tests were performed.
Results: No significant differences were found in the mean SD and PTA threshold values between the pre-treatment period, after 3 months of treatment, and 4 months after the end of treatment. Statistically significant increases were detected in the amplitudes at 6,000, 8,000, and 10,000 Hz frequencies when DPAOE values in 3 months of treatment were compared with the pre-treatment DPAOE values; however, no significant differences were detected in the DPAOE values between the pre-treatment and 4 months after the end of treatment.
Conclusion: Systemic ISO increased DPOAE amplitudes during the treatment in patients with acne; however, these changes returned to pretreatment levels in 4 months after the end of treatment. Our results indicate that ISO treatment has temporary effects on DPOAE values, which is an important parameter in measuring the cochlear function. Therefore, ISO seems a safe and well-tolerated agent for the auditory system.

6.The effects of acitretin on ovarian reserve: An experimental study in rats
Münevver Güven, Tolga Atakul, Serkan Yaşar Çelik, Mustafa Yılmaz, Buket Demirci
doi: 10.4274/turkderm.galenos.2021.37650  Pages 24 - 27
Amaç: Birçok dermatolojik hastalıkta kullanılmakta olan asitretinin over rezervi üzerine etkisi ile ilgili yeterli çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışmada, ratların over rezervi üzerine asitretinin olası etkilerini serum anti-Müllerian hormon (AMH) ve over folikül sayılarını değerlendirerek araştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Otuz bir dişi Wistar albino sıçan rastgele olarak 3 gruba ayrıldı. Grup 1 (kontrol, n=11) 0 mg/kg/gün, (grup 2, n=10) 1 mg/ kg/gün, (grup 3, n=10) 5 mg/kg/gün dozlarında 4 hafta boyunca asitretin verildi. Her 3 gruptaki sıçanlar, 4 haftalık ilaçsız bir dönemi takiben sakrifiye edildi. Sıçanların kan örnekleri ve bilateral over dokuları alındı. Serum AMH değerleri ölçüldü ve histopatolojik olarak over foliküllerinin sayımı yapıldı.
Bulgular: AMH değerleri asitretin gruplarında (grup 2 ve grup 3), grup 1’e göre daha düşük bulundu. Ancak, AMH değerleri açısından gruplar arasında istatistiksel anlamlı fark yoktu (p=0,338). Grup 3’ün primordial folikül, sekonder folikül, tersiyer folikül ve total folikül sayıları, grup 1 ve grup 2’ye göre istatistiksel olarak daha düşüktü. Grup 1’deki primer folikül sayısı hem grup 2’den hem de grup 3’den daha yüksekti ve fark istatistiksel olarak anlamlıydı. Ayrıca, grup 2’nin sekonder folikül sayısının grup 1’den anlamlı düzeyde yüksek olduğu saptandı.
Sonuç: Bu çalışma, over rezervinin asitretin tedavisinden etkilenebileceğini göstermektedir. Özellikle asitretin yüksek dozları over rezervinin azalmasına neden olabilir. Asitretinin over rezervi üzerindeki etkisini açıklığa kavuşturmak için daha fazla deneysel ve klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
Background and Design: Acitretin is widely used on many dermatological diseases. No adequate studies have evaluated its effects on ovarian reserve. Thus, this experimental study aimed to investigate the possible effects of acitretin on ovarian reserve by examining ovarian follicle counts and serum anti-Mullerian hormone (AMH) values.
Materials and Methods: This study randomly distributed 31 female Wistar albino rats into 3 groups including one control group (group 1) and two equal experimental groups. Acitretin was given at doses of 0 mg/kg/day (group 1, n=11), 1 mg/kg/day (group 2, n=10), and 5 mg/ kg/day (group 3, n=10) for 4 weeks. All the rats in three groups were kept drug-free for 4 weeks before being sacrificed. The blood samples and both ovarian tissues were obtained from the rats. Serum values of AMH were assessed and the number of ovarian follicles was counted by histopathological examination.
Results: The AMH levels were lower in both acitretin groups (groups 2 and 3) than group 1. However, no significant difference was found between the groups in terms of AMH values (p=0.338). Primordial, secondary, tertiary, and total follicle numbers in group 3 were statistically lower than that of groups 1 and 2. The number of primary follicles in group 1 was statistically higher than that of groups 2 and 3. Additionally, the number of secondary follicles in group 2 was statistically higher than that of group 1.
Conclusion: This study showed that ovarian reserve can be affected by acitretin treatment. Particularly, high doses of acitretin may reduce ovarian reserve. Further experimental and clinical studies are needed to clarify the effect of acitretin on ovarian reserve.

7.Correlation between serum uric acid, C-reactive protein, and neutrophil-to-lymphocyte ratio in patients with psoriasis: A case-control study
Swayamsidda Mishra, Manjunath Kadnur, Shishira R Jartarkar, Hanumanthayya Keloji, Ritu Agarwal, Spoorthy Babu
doi: 10.4274/turkderm.galenos.2021.69797  Pages 28 - 33
Amaç: Psoriazisli hastaların periferik kan örneklerinde yararlı biyobelirteçler bulmak amacıyla çok sayıda araştırma yapılmış olmasına rağmen, psoriazise özgü olabilecek basit ve klinik olarak yararlı bir biyobelirteç tanımlanmamıştır. Hedefler: 1) Psoriazisli hastalar ve kontroller arasında serum ürik asit (SÜA), C-reaktif protein (CRP) ve nötrofil/lenfosit oranını (NLO) belirlemek, 2) psoriazisi olan hastalarda SÜA seviyeleri, CRP, nötrofil/lenfosit oranı ve psoriazis alan şiddet indeksi (PAŞİ) ile hesaplanan hastalık şiddeti arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: Hastane bazlı bir olgu kontrol çalışmasına, hastanemizin dermatoloji polikliniğine başvuran, klinik olarak teşhis edilmiş 45 psoriazis olgusu, 45 yaş ve cinsiyet uyumlu kontrol dahil edilmiştir. Tam öykü, genel, sistemik ve kutanöz muayeneleri yapıldıktan sonra tüm olgularda tam kan sayımı (NLO), CRP ve SÜA incelemeleri yapılmıştır.
Bulgular: Psoriazis olguları arasında ortalama SÜA düzeyi kontrollere göre anlamlı derecede yüksekti (p<0,01). Ancak CRP düzeyleri ve NLO arasında fark gözlenmedi (p>0,05). Psoriazisli hastalarda SÜA ve NLO ile, PAŞİ skoru ile belirlenen hastalık şiddeti arasında anlamlı bir korelasyon gözlendi. Çok değişkenli analizde, sadece SÜA’nın, psoriazis şiddeti ile bağımsız olarak bir ilişki gösterdiği belirlendi (p<0,05).
Sonuç: Bu çalışmanın sonuçları, yalnızca SÜA’nın bağımsız olarak psoriazis şiddeti ile ilişkili olduğunu gösterdi. CRP seviyeleri ile NLO ve hastalık şiddeti arasında hiçbir ilişki gözlenmedi, hastalık ve kontrol grupları arasında da herhangi bir fark kaydedilmedi.
Background and Design: Although multiple investigations have been conducted to identify important serum biomarkers in patients with psoriasis, no simple, useful biomarker that could be specific for psoriasis has been identified. Objectives: 1) To determine the levels of serum uric acid (SUA), C-reactive protein (CRP), and neutrophil-to-lymphocyte ratio (NLR) among individuals with psoriasis and controls, 2) to assess the correlation of SUA and CRP levels and NLR with disease severity calculated through the psoriasis area severity index (PASI) in patients with psoriasis.
Materials and Methods: A hospital-based, case-control study included 45 patients clinically diagnosed with psoriasis and 45 age- and sexmatched controls attending the outpatient dermatology clinic of our hospital. After a complete history was taken, and general, systemic, and cutaneous examinations were performed, all the cases were subjected to the following investigations: Complete blood count (NLR), CRP, and SUA.
Results: Mean SUA level was significantly higher in the patients with psoriasis compared to the controls (p<0.01). However, no difference in CRP levels and NLR was observed (p>0.05). A significant correlation of SUA level and NLR was found with disease severity in the patients with psoriasis as determined by the PASI. In multivariate analysis, only SUA was found to be independently associated with psoriasis severity (p<0.05).
Conclusion: The results showed that only SUA to be independently associated with psoriasis severity. No association was found between CRP levels and NLR and disease severity, as well as no difference between the disease and controls groups.

CASE REPORT
8.Drug eruption: A mimicker of Coronavirus disease-2019 rash
Tülin Ergun, Ilkay Ergenç, Seda Seven, Dilek Seçkin, Elif Cömert Özer, Meryem Aktaş, Elif Tükenmez Tigen
doi: 10.4274/turkderm.galenos.2021.29904  Pages 34 - 38
Şiddetli akut solunum yolu sendromu-koronavirüs-2 (SARS-CoV-2) enfeksiyonu çeşitli kutanöz lezyonlara sebep olabilir. Bunlar içerisinde en sık görüleni makülopapüler döküntüdür. Makülopapüler döküntü, Koronavirüs hastalığı-2019 (COVİD-19) hastalığının tedavisi için kullanılan ilaçlarla da indüklenebilir. COVİD-19 hastalığı için çeşitli ilaçların kullanıldığı durumlarda, viral döküntü ile ilaç erüpsiyonu arasında ayırım yapmak zor olabilir. Bu çalışmanın amacı, COVİD-19 olan altı hastada kutanöz bulguları tanımlamak ve SARS-CoV-2 ile ilişkili döküntü ile ilaç erüpsiyonunu ayırt etmek için ipuçlarını vurgulamaktır. Mart ve Haziran 2020 arasında, Marmara Üniversitesi Hastanesi’ne yatırılarak hidroksiklorokin ile tedavi edilen 1.492 COVİD-19 olgusu içinde, olası COVİD-19 döküntüsü veya ilaç reaksiyonu olan altı tanesi konsülte edildi. Bir hastada hidroksiklorokin monoterapi olarak verilmişti. Altı hastanın tümünde, COVİD-19 semptomlarının başlangıcından 5 ile 21 gün sonra, başlıca gövdeyi, aksillayı ve genitokrural bölgeyi etkileyen, eritematöz, simetrik, makülopapüler bir erüpsiyon gelişmişti. Beş hastada, tedavinin tamamlanmasından 4 ile 11 gün sonra döküntü ortaya çıkmıştı. Kaşıntı şiddetliydi. Hastaların tümü, topikal kortikosteroidler ve oral antihistaminiklerle kısmi düzelme gösterdi. Erüpsiyonun düzelmesi tipik olarak yavaş olup birkaç hafta sürdü. COVİD-19 semptomları ile erüpsiyonun ortaya çıkışı arasındaki zamanın uzun olması ve yavaş düzelme, ilaç erüpsiyonu lehinedir. Eşlik eden viral enfeksiyonun ilaç erüpsiyonu ortaya çıkışını kolaylaştırıcı bir faktör olduğu iyi bilinmektedir. COVİD-19 hastalarında da viral enfeksiyon varlığında ilaç reaksiyonu ortaya çıkışının kolaylaşabileceği konusu, ileri gözlemler ve araştırmalarla gösterilmelidir.
Severe acute respiratory syndrome-coronavirus-2 (SARS-CoV-2) infections can be associated with several cutaneous lesions, among which maculopapular rash is the most common. A maculopapular rash can also be induced by medications used for Coronavirus disease-2019 (COVID-19) treatment. The distinction between viral rash and drug eruption may be difficult especially in case of several medication use for COVID-19. Thus, this study aimed to describe cutaneous manifestations in six patients with COVID-19 and highlight clues for distinguishing SARS-CoV-2-related rash and drug eruption. Between March and June 2020, 1,492 patients were hospitalized for COVID-19 and treated with hydroxychloroquine in Marmara University Hospital. Among them, six cases were consulted for possible COVID-19-related rash or drug reaction. Hydroxychloroquine was given as monotherapy in one patient. All six patients developed an erythematous, symmetrical, and maculopapular eruption that mainly affected the trunk, axilla, and genitocrural region, 5-21 days after the onset of COVID-19 symptoms. Five patients developed rash in 4-11 days after treatment completion. Pruritus was severe. All were treated with topical corticosteroids and oral antihistamines, which provided partial relief. The resolution of the eruption was typically slow, which took a few weeks. A long period between the COVID-19 symptoms and the eruption, as well as slow recovery, is in favor of drug eruption. The effects of co-existent viral infection, a well-known promoting drug eruption factor, in facilitating adverse drug reaction in patients with COVID-19 needs further observations and research.

9.Dupilumab combined with a short-term narrowbandultraviolet B phototherapy in a pediatric case of severe atopic dermatitis
Ayşe Kavak, Çiğdem Aydoğmuş, Kübra Yılmaz
doi: 10.4274/turkderm.galenos.2021.67424  Pages 39 - 41
Son yıllarda atopik dermatitte (AD) dupilumab tedavisi, oldukça etkin ve yan etkileri açısından oldukça güvenli bir seçenek sunmaktadır. Yine de bu kronik hastalıkta bazen kombinasyon tedavileri ile etkinlik artırılması ya da yan etkiler ve kümülatif dozun azaltılmasına ihtiyaç olabilir. Özellikle dupilumabın likenifiye lezyonlarda etkinliğinin daha az ve geç başladığı göz önüne alındığında erken dönemdeki kombinasyon tedavileri daha akılcı olabilir. Burada, dupilumab başladığımız bir AD’li çocukta, kısa süreli dar bant ultraviyole B kombinasyon tedavisini tartıştık.
Recently, dupilumab treatment in atopic dermatitis (AD) has been an effective and safe option in terms of adverse effects. However, combination therapies can sometimes be better at increasing efficacy or reducing adverse effects or cumulative doses. Early combination therapies may be more rational, especially considering that dupilumab treatment alone is less effective and has a late-onset efficacy. Here, we discussed dupilumab and a short-term narrowband ultraviolet B combination therapy in a child with AD.

10.Pityriasis rubra pilaris developing after COVID-19
Mine Müjde Kuş, Perihan Öztürk, Hülya Nazik, Mehmet Kamil Mülayim, Tutku Bulut, Esra Rabia Akgüç, Sezen Koçarslan
doi: 10.4274/turkderm.galenos.2021.26235  Pages 42 - 45
Koronavirüs hastalığı-2019 (COVİD-19) yaygın respiratuvar semptomlara yol açmasının yanı sıra çok sayıda deri lezyonu ile ilişkilendirilmiştir. Daha önce erişkinde bildirilmemiş, COVİD-19 enfeksiyonu sonrasında gelişen ve anti-tümör nekroz faktörü (adalimumab) ile tedavi edilen pitrizis rubra pilaris olgusu sunduk.
Coronavirus disease-2019 (COVID-19) has been associated with multiple skin lesions as well as causing common respiratory symptoms. We presented a case of pityriasis rubra pilaris that developed after COVID-19 infection and treated with anti-tumor necrosis factor (adalimumab), which was not previously reported in an adult.

TIPS FOR INTERVENTIONAL DERMATOLOGY
11.How to perform ablative laser surgery for skin resurfacing?
Ercan Çalışkan, Ayşenur Botsalı
doi: 10.4274/turkderm.galenos.2021.33339  Pages 46 - 50
Ablatif lazerlerin derideki hedef kromoforu sudur. Dermatoloji pratiğinde kullanılan 2 ablatif lazer karbondioksit lazer ve erbium: yttrium-aluminium garnet lazerdir. Bu iki lazerin fiziksel özellikleri dokuda yarattıkları termal etki ve ablasyonun farklı olmasına neden olmaktadır. Fraksiyonel teknoloji sayesinde iyileşme zamanının kısaltılabilmesi ve yan etkilerinin azaltılması sağlanabilmiştir. Optimal sonuçların eldesi için işlem öncesi ve sonrası önerilere sıkı uyum şarttır. Bizim bu yazıdaki amacımız ablatif lazerlerin temel prensiplerini belirtip sonrasında klinisyenin yaratıcı potansiyeline göre kullanım alanlarının nasıl çeşitlendirilebileceğini örnekler eşliğinde sunmaktır.
The target chromophore of ablative lasers is water.The ablative lasers in dermatologic practice include carbon dioxide (CO2) and Erbium: yttrium-aluminium-garnet (YAG) lasers. Their different physical properties determine the ablation zone and accompanying thermal damage within the skin. Fractional laser technology was a major step through the evolution of ablative lasers decreasing the down-time period and complications of the interventions. Strict concordance with the preoperative and postoperative recommendations is central to minimize the risks and complications of the interventions. Our intention with this review is to reveal the basic principles of ablative lasers and to illustrate the various indications depending on the physician’s creative potential.

LookUs & Online Makale