Turkderm-Turk Arch Dermatol Venereol: 46 (2)
Volume: 46  Issue: 2 - 2012
Hide Abstracts | << Back
EDITORIAL
1.Helpful Patterns to Prepare and Present A Scientific English Talk
Bilge Narin, Meltem Önder
Pages 59 - 61
Topluluk önünde İngilizce sunum yapmak her zaman çok kolay olmamaktadır. Pratik yapmak ve ön hazırlık sunum yeteneğinizi artıracaktır. Bu makalede bilimsel İngilizce sunum hazırlamanıza yardımcı olacak kalıp ifadeler ve etkili sunum teknikleri anlatılacaktır. Güzel bir İngilizce sunum için, ön hazırlık ve pratik yapmak anahtar kelimelerdir. Bu makale ilk kez İngilizce sunum yapacak araştırma görevlilerine yardımcı olabilir. İyi bir sunum konuya odaklı ve bilgi verici olmalı, slaytlar ile desteklenmelidir. Genel kural sunumu zamanında bitirmektir. Pratik yapmak, zamanı kullanmadaki hatalarınızı da engelleyecektir. Bu makalenin amacı düzgün bir İngilizce sunum hazırlamanıza yardımcı olmaktır.
An English scientific presentation in front of audience is not always so easy. Practice and pre-preparation will improve and sharpen your presentation skills. In this article, helpful hints will introduce to help in preparation and delivery of a scientific talk. Early preparation and practice are the key points to make a good international talk. This article may help residents in dermatology training who are the first time english language presenter. A good talk should be informative and focused on subject. A good delivery with supportive slides is another important point. A general rule is to finish the talk on time. Practice is only defense against making major errors in calculating the actual time of your talk. The purpose of this article is to offer some guidelines for preparing an excellent english talk for the young residences.

REVIEW ARTICLE
2.Complementary and Alternative Medicine and Dermatology
Bilal Doğan, Özlem Karabudak Abuaf, Ercan Karabacak
doi: 10.4274/Turkderm.26214  Pages 62 - 66
Alternatif tıp genellikle bağımsız ya da konvansiyonel tedavi yerine kullanılan yöntemleri ifade ederken, tamamlayıcı tıp ise temel olarak konvansiyonel tedaviye eşlik eden ya da onu tamamlayan yöntemler olarak tarif edilir. Kronik olup emosyonel olarak da hastayı oldukça yıpratan çok sayıda deri hastalığının konvansiyonel yöntemlerle tedavi edilememesi nedeniyle birçok hastanın bu yöntemler dışında tamamlayıcı ya da alternatif tedavileri denediği birçok dermatolog tarafından bilinmektedir. Bu derlemede ülkemizdeki tamamlayıcı ve alternatif tedaviler ile ilgili durum incelenmiş ve çözüm önerileri tartışılmıştır.
Alternative medicine is defined as the methods used independently or instead of conventional medicine, but the complementary medicine is mainly used to describe methods used in conjunction with or to comlement the conventional medical therapies.It is known by many of dermatologists that a lot of patients with dermatological problems try to use complementary and alternative medical methods because of having no cure with the conventional medical treatments. Complementary and alternative medical condition in our country was analysed and the recipe suggestions were discussed in this review.

ORIGINAL INVESTIGATION
3.The Experiences of Primary Care Physicians on Dermatological Disorders and their Opinion of Undergraduate Education
Tahsin Aybal, Serkan Güme, Muzaffer Kahyaoğlu, Nida Kaçar, Şeniz Ergin
doi: 10.4274/Turkderm.16680  Pages 67 - 72
Amaç: Dermatolojik yakınması olan hastaların büyük bölümü ilk olarak 1. basamak sağlık kuruluşlarına başvurmaktadır. Bu çalışmada 1. basamakta görevli hekimlerin Deri ve Zührevi hastalıklar ile ilgili deneyimleri ve mezuniyet öncesi eğitim hakkındaki görüşlerinin araştırılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: On beş soruluk anket hazırlanarak bu anket Denizli il merkezindeki tüm aile ve toplum sağlığı merkezlerinde (ASM ve TSM) görev yapmakta olan hekimler tarafından doldurulmuştur.
Bulgular: Denizli ilindeki ASM ve TSM’lerinde çalışmakta olan 142 hekimden 124’üne ulaşıldı. Ulaşılan hekimlerden 65’i anketimizi yanıtladı. Hekimlerin çalıştığı kurumların %42,8’inde okul taraması ve/veya halk eğitimi şeklinde dermatolojik koruyucu hekimlik hizmetleri verildiği kaydedildi. En sık karşılaşılan hastalıklar ekzema (%37,1), mikoz (%22,7), ürtiker (%10,3), akne (%7,2) ve psoriyazis (%6,9) olarak tanımlandı. Birinci basamak sağlık kuruluşlarında rutinde kullanılmayan tanı ve tedaviye yönelik girişimlerden en sık dermatoskop kullanma gereksinimi, 1. basamakta kolaylıkla kullanılabilecek tanısal yöntemlerden de en sık potasyum hidroksit ile direkt mantar bakısı ve Wood incelemesi eğitimi gereksinimi duyulduğu saptandı. Hekimlerin mezuniyet öncesi almış oldukları Deri ve Zührevi Hastalıklar staj süresinin ortalama 3,5±2 hafta olduğu saptandı ve hekimlerin büyük bölümü (%75,8) bu sürenin yeterli olmadığını belirtti. Poliklinik eğitiminde primer hasta muayene ederek yer alınması (ort skor 8.5), eğitim sürecinde 1. basamak sağlık kuruluşlarının yer alması (ort skor 8.1), intörnlükte dermatolojiye yer verilmesi (ort skor 7.8) ve olgu tartışmaları (ort skor 7.8) mezuniyet sonrası pratik yaklaşıma en fazla katkı sağlayacak eğitim etkinlikleri olarak belirtildi.
Sonuç: Bu çalışma 1. basamak sağlık kuruluşlarında çalışan hekimlerin dermatolojik yakınma ile gelen hastaya yaklaşımları hakkında önemli veriler ortaya koymaktadır. Hekimlerin mezuniyet öncesi eğitim ile ilgili görüşleri de mezuniyet sonrası tecrübelerle birleştirilerek yanıtlanmış olması nedeni ile önem taşımaktadır.
Background and Design: Most patients with dermatological complaints first present to their general practitioners. In the present study, we aimed to investigate the experiences of primary care physicians on dermatological diseases and their opinions of undergraduate education.
Materials and Methods: A questionnaire composed of 15 questions was prepared and was completed by practitioners working in family and community health centers.
Results: We included 124 out of 142 practitioners working in family and community health centers in Denizli. Sixty-five practitioners responded the questionnaire. It was recorded that health screening in schools and/or public education were performed as preventive dermatology in 42.8% of the institutions that the practitioners were working in. The most frequent diseases encountered were eczema (37.1%), mycosis (22.7%), urticaria (10.3%), acne (7.2%) and psoriasis (6.9%), respectively. It was determined that practitioners were in need of dermatoscopy among the procedures that are not used routinely by practitioners and in need of education for potassium hydroxide and Wood lamp examination among the procedures that can be used by practitioners easily. It was found that the average dermatology training period for general practitioners was 3.5±2 weeks and most practitioners stated that this duration was insufficient. On-the-job training (median score 8.5), giving place to primary care institutions during education period (median score 8.1), giving place to dermatology during internship (median score 7.8) and case discussions (median score 7.8) were the education facilities that were reported to contribute mostly to postgraduate practical approach.
Conclusion: The present study establishes very important data about practitioners’ approach to patients with dermatological complaints. Practitioners’ opinions of undergraduate education are also of importance because the suggestions were made according to postgraduate experiences.

4.The Clinical Analysis of Childhood Henoch-Schönlein Purpura Patients
Cihangir Akgün, Sinan Akbayram, Avni Kaya, Hayrettin Temel, Salim Bilici, Fesih Aktar, Şükrü Arslan
doi: 10.4274/Turkderm.43179  Pages 73 - 77
Amaç: Henoch-Schönlein purpurası sıklıkla deri, eklem, gastrointestinal sistem ve böbreklerin etkilendiği çocukluk çağının sık rastlanan sistemik bir vaskülitidir. Semptomlarının çok çeşitli olması nedeni ile de Henoch-Schönlein purpurası, çocuk polikliniklerinde takip edilen ve yatırılan hastalıklar için de önemli bir yer tutmaktadır. Amacımız Henoch-Schönlein purpuralı hastaların klinik analizlerinin incelenerek ortaya konulmasıdır.
Gereç ve Yöntem: Polikliniklerimizde Henoch-Schönlein purpurası tanısı almış 212 hastanın tıbbi kayıtları retrospektif olarak incelendi. Bu hastaların yaş grupları, tanı aldıkları mevsimler, tutulan sistemler, laboratuvar bulguları, verilen tedaviler, oluşan komplikasyonlar ve prognozları incelendi. Veri analizi için SPSS 13 istatistik paket programı kullanıldı.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 9,33±3,20 yıldı. Hastalık daha çok sonbahar ve kış mevsiminde görüldü. Yaş grupları ile mevsimler, eklem tutulumu, santral sinir sistemi tutulumu, gastrointestinal tutulum ve skrotal tutulum arasında anlamlı bir ilişki mevcut değilken, yaş grupları ile böbrek tutulumu arasında pozitif bir ilişki saptandı.
Sonuç: Hastaların yaşları arttıkça tedavi süreleri ve kombine ilaç tedavisine (antihistaminik, non-steroid antiiflamatuvar ve steroid) ihtiyaçları artmaktadır.
Background and Design: Henoch-Schonlein purpura is affected often the skin, joints, gastrointestinal tract and kidneys and common systemic vasculitis of childhood. Henoch-Schonlein purpura are many and varied symptoms, also it was followed in children policlinics and hospitalized diseases for an important role. We aimed to determination of the patients with Henoch-Schönlein purpura by examination of their clinical analyses.
Material and Method: The medical records of 212 patients with Henoch-Schönlein purpura in our polyclinics have been retrospectively studied. These patients were analyzed age groups, diagnosed seasons, held systems, laboratory findings, the treatments, complications and prognosis. SPSS 13 statistical software package was used for data analysis.
Results: The mean age of the patients was 9.33±3.20 years. The disease was more frequently demonstrated in fall and winter seasons. There was no statistically assosiation between age groups with season, joint involvement, central nerveous system involvement, gastrointestinal system involvement and scrotal involvement but there was a positive correlation between age groups and renal involvement.
Conclusion: The treatment duration increases with the age of the patient and the necessity to use a combined treatment (antihistaminic, non-steroid anti-inflammatory treatment and steroids) increases.

5.Evaluation of the Effects of "Millet Extract, Wheat Germ Oil, Calcium Pantothenate and L-cystine Combination" Therapy in Women with Diffuse Alopecia by Using "Digital Phototrichogram"
Deniz Çetinkünar, Meltem Önder
doi: 10.4274/turkderm.48295  Pages 78 - 83
Amaç: Bu çalışmada kliniğimize başvuran telogen effluviumlu kadınlarda "Dijital Fototrikogram" (Trichoscan) ile "Darı Ekstresi, Buğday Tohumu Yağı, L-Sistin, Kalsiyum Pantotenat" formulasyonunun etkisinin değerlendirilmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2008-Kasım 2008 tarihleri arasında, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Polikliniği’ne diffüz saç dökülmesi şikayetiyle başvuran kadın hastalar değerlendirildi. Hastalara dijital fototrikogram testi frontal ve oksipital bölgelerde uygulanarak anagen ve telogen oranları saptandı. Klinik görünüm ve dijital fototrikogram sonucu telogen effluvium tipi diffüz alopesi ile uyumlu, 18-50 yaşları arasında 53 kadın hasta çalışma kapsamına alındı. Hastalara darı ekstresi 140 mg, buğday tohumu yağı 271 mg, L-sistin 2 mg, kalsiyum pantotenat 10 mg’dan oluşan kapsül günde 3x1 dozunda, 3 ay süre ile verildi. Çalışma kapsamına alınan hastaların tedaviye yanıtlarının değerlendirilmesinde günlük dökülen saç sayısı, saç çekme testi ve dijital fototrikogram kriter olarak alındı.
Bulgular: İlk değerlendirmede günlük dökülen yaklaşık saç sayısı ortalaması 84,1±55,9 iken verilen 3 aylık tedaviden sonra günlük dökülen saç sayısı ortalaması 44,9±28 olarak saptandı. Hastaların tedavi sonrasında günlük dökülen ortalama saç sayısındaki azalma istatistiksel olarak anlamlı bulundu. Hastalarımızın tedavi öncesi saç çekme testi ile tedavi sonrası saç çekme testi arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptandı. Tedavi öncesinde ortalama anagen değeri frontal bölgede 69,0±11,2, oksipital bölgede 72,3±9,4 olarak saptandı. Tedavi sonrasında frontal bölge anagen oranı 76,4±11,2’e, oksipital bölge anagen oranı 79,9±8,6’a yükseldi. Tedavi sonrasında frontal ve oksipital bölgede anagen oranındaki artma istatistiksel olarak anlamlı olarak kabul edildi.
Sonuç: Çalışmamızda “L-sistin, kalsiyum pantotenat, buğday tohumu yağı ve darı ekstresinden oluşan formulasyon”unun telogen effluvium tedavisinde etkili olduğu düşünülebilir. Ancak daha geniş alopesili hasta gruplarında plasebo kontrollü çalışmalar gereklidir.
Background and Design: In this study, we aimed to evaluate the effects of a formula composed of millet extract, wheat germ oil, calcium pantothenate and L-cystine in women with diffuse alopecia by using Digital Phototrichogram (Trichoscan).
Materials and methods: We evaluated female patients who presented to Gazi University Faculty of Medicine Department of Dermatology between January 2008 and November 2008 with the complaint of diffuse hair loss. Digital phototrichogram was performed in the frontal and occipital regions of the patients. Using this method, anagen: telogen ratios were determined. 53 female patients whose ages were between 18 and 50 and who were diagnosed as having telogen effluvium type diffuse alopecia were included in the study. The patients were given a capsule containing 140 mg millet extract, 271 mg wheat germ oil, 2 mg L-cystine and 10 mg calcium pantothenate three times a day for three months. The criteria for assessing the efficacy of the therapy included number of hair loss per day, hair pull test and digital phototrichogram.
Results: The reduction of daily average hair loss after the treatment was statistically significant. Statistically significant difference was found between the pre- and post-treatment results of the hair pull test. Before the treatment, the average anagen ratio was determined to be 69.0±11.2 in the frontal region, and 72.3±9.4 in the occipital region. After the treatment, the anagen ratio increased to 76.4±11.2 in the frontal region and to 79.9±8.6 in the occipital region. The increase in the anagen hair rate in the frontal and occipital regions after the treatment was found to be statistically significant.
Conclusion: As a result, it was found that the formula composed of millet extract, wheat germ oil, L-cystine and calcium pantothenate may be effective in the treatment of telogen effluvium. However, controlled studies including larger groups of diffuse alopecia patients and placebo groups are needed.

6.Acneiform Eruption and Other Dermatologic Side Effects Induced by Targeted Cancer Therapy: A Retrospective Analysis
Kurtuluş Didem Yazganoğlu, Can Baykal
doi: 10.4274/Turkderm.47640  Pages 84 - 89
Amaç: Epidermal büyüme faktörü reseptörü (EBFR) inhibitörleri başta akneiform (püstüler, papülopüstüler) döküntü olmak üzere birçok dermatolojik yan etkiye yol açabilmektedir. Nadiren hedefe yönelik başka kemoterapi ilaçları da benzer bir püstüler döküntüye neden olabilir. Çalışmamızda çoğu son yıllarda kullanıma giren bu ilaçlara bağlı olarak gözlemlediğimiz başta akneiform döküntü olmak üzere dermatolojik yan etkilerin değerlendirilmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Mayıs 2007 ve Nisan 2011 tarihleri arasında kemoterapi ilaçlarına bağlı akneiform döküntü tanısı konulan 23 hastanın poliklinik kayıtları retrospektif olarak incelendi. Akneiform döküntüye neden olan ilaçlar, döküntünün klinik özellikleri, eşlik eden diğer dermatolojik yan etkiler ve hangi tedavi seçeneklerinin kullanılmış olduğu araştırıldı. Dermatolojik yan etkilere bağlı olarak kemoterapinin kesilip kesilmediği değerlendirildi.
Bulgular: Akneiform ilaç döküntüsüne neden olan ilaçların başında 21 hastada etken olan erlotinib ve setuksimab gibi EBFR inhibitörleri yer alıyordu. Everolimus ve irinotekan ile bevasizumabın birlikte kullanımı birer hastada etkendi. Döküntü tüm hastalarda yüzü etkilerken bunu gövde, boyun ve saçlı deri izliyordu. Yüzün birçok bölgesi tutulurken göz çevresi çoğunlukla sağlam kalmıştı. Kseroz ve paronişi sık eşlik eden dermatolojik bulguları oluştururken, iki hastada geç dönemde kaş, kirpik kıllarında uzamaya rastlanmıştı. Takibi yapılabilen tüm hastalarda akneiform döküntü ve paronişi topikal veya sistemik antibiyotiklerle veya akne vulgaris ve rozasea tedavisinde yer alan başka ilaçlar ile önemli ölçüde kontrol altına alınmıştı ve kemoterapinin kesilmesine gerek kalmamıştı.
Sonuç: Deri ve Zührevi Hastalıklar uzmanlarının kemoterapi ilaçlarının özgün döküntüleri konusunda bilgi sahibi olması ve hastalara doğru yaklaşması kemoterapinin idamesinin sağlanması açısından kritik bir öneme sahiptir. Kemoterapi kullanımına bağlı akneiform döküntü özellikle yüzü ilgilendirirken, göz çevresi sağlam kalır. Kseroz, paronişi ve trikomegali eşlik eden diğer dermatolojik bulgulardır.
Background and Design: Epidermal growth factor receptor (EGFR) inhibitors may cause different adverse cutaneous reactions including acneiform (pustular, papulopustular) eruption. Rarely, other specific targeted cancer therapy agents may cause similar pustular eruptions. The aim of this study was to evaluate the adverse skin reactions, mainly acneiform eruptions caused by these chemotherapeutic agents.
Material and Methods: We retrospectively analyzed the data of 23 patients who developed acneiform eruption due to chemotherapeutic agents between May 2007 and April 2011. The drugs causing acneiform eruption, clinical features of eruption, other associated dermatologic adverse reactions and the treatment modalities used for the acneiform reaction were noted.
Results: EGFR inhibitors such as erlotinib and cetuximab were the main drugs causing acneiform eruption in 21 patients. Everolimus and bevacizumab in combination with irinotecan were responsible in two patients. The eruption occurred on the face in all patients. The trunk, neck and the scalp were other affected body parts in some patients. The periorbital area on the face was generally spared. Xerosis and paronychia were the main associated adverse cutaneous reactions. Trichomegaly was another finding in two patients. The patients, who could have been followed, responded to topical or systemic antibiotics, or some medications for acne vulgaris/rosacea. Chemotherapy could be continued in all patients.
Conclusion: Dermatologists need to know the specific eruptions occurring with chemotherapy drugs, especially EGFR inhibitors in order to develop the best approach without discontinuation of cancer therapy. Acneiform eruptions due to chemotherapeutics are most commonly seen on the face sparing periorbital area. Other reactions including mainly xerosis, paronychia and trichomegaly can also occur.

7.Injection of Autologous Cultured Fibroblast for the Treatment of Acne Scars
Osman Köse, İbrahim Özmen, Yıldıray Yeniay
doi: 10.4274/turkderm.80774  Pages 90 - 93
Amaç: Yüzde oluşan akne skarları bugün hala önemli bir kozmetik problemdir. Biz bu çalışmada intradermal otolog fibroblast injeksiyonunun akne skarlarındaki tedavi etkinliği ve güvenirliliğini saptamayı amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışma açık, prospektif, Faz 3 aşamalı bir pilot çalışmadır. Yaşları 21-35 arasında değişen akne skarı olan 6 hasta (4 Erkek, 2 kadın) bu çalışmaya alınmıştır. Otolog fibroblastlar iki doz halinde 20 milyon/ml olarak 2 hafta arayla uygulanmıştır. Hastalar ilk injeksiyondan sonraki 2, 4, 6, ve 12. aylarda değerlendirilmişlerdir. Subjektif değişme skorları her vizitte hasta ve doktor tarafından değerlendirilerek kaydedilmiştir.
Bulgular: Altı aylık takip sonunda 2 hastada %50’nin üzerinde düzelme görülürken, 12 aylık takip sonucunda 6 hastanın 5 tanesinde %50-75 arasında düzelme sağlanmıştır. En iyi sonuçlar 12. ayda alınmıştır. Tedavi sırasında ciddi yan etki saptanmamıştır. İntradermal otolog fibroblast injeksiyonu, bu küçük serili pilot çalışmada etkili ve güvenilir bulunmuştur.
Background and Design: Acne scars on the face are still an important cosmetic problem. In this study, we aimed to determine the efficacy and safety of intradermal injections of autologous fibroblasts for the treatment of acne scars.
Materials and Methods: This was an open, prospective, phase 3, pilot study. Six adults with acne scars (4 male, 2 female; age range: 21- 35 years) were included in this study. Autologous cultured fibroblasts (20 million/ml) were given as two doses administered with two weeks interval. Efficacy evaluation was performed 2, 4, 6, and 12 months after the first injections. Subjective improvement scores were noted by patient and clinicians at every follow-up visit.
Results: An improvement in acne scars of more than 50% was observed in two of the 6 at 6 months while five of the 6 patients and clinicians also noted 50% to 75% improvement with the treatment at 12 months. The best results were obtained at 12 months. No serious side effects were detected.
Conclusion: In this pilot study, intradermal injections of autologous fibroblast were found to be effective and safe for acne scars.

8.The Retrospective Evaluation of the Efficacy and Safety of IPL (Intense Pulse Light) in Hair Removal
İlgen Ertam, Ezgi Erçal, İdil Ünal, Sibel Alper
doi: 10.4274/Turkderm.62534  Pages 94 - 97
Amaç: İstenmeyen kıllara yönelik tedaviler her geçen gün artmakta ve başarı sonuçları değişkenlik göstermektedir. Bu araştırmada amaç, epilasyonda IPL yönteminin etkinlik ve yan etkilerinin değerlendirilmesidir.
Gereç ve Yöntem: Kıllanma şikayetiyle başvuran ve IPL yapılan 90 hastanın sonuçları retrospektif olarak incelendi. Uygulama yüz, boyun, aksiller, bikini, sternum, periareolar alan, kol ve bacaklara yapıldı. Epilasyon işlemi için Intense Pulse Light (L900 A&M, France) aleti kullanıldı. Sonuçlar klinik iyileşme (%0-25, 25-50, 50-75, 75 ve üzeri) ve hasta memnuniyetine (çok memnun, orta memnun, az memnun, memnun değil) göre değerlendirildi. Verilerin istatistiksel analizinde SPSS 15.0 programında Ki-kare testi kullanıldı.
Bulgular: Doksan hastanın 88 (%97,8)’i kadın, 2 (%2,2)’si erkek idi. Yaşları 15-55 (33,62±11,11) arasında değişmekteydi. Hastaların %13,3’ünde polikistik over sendromu saptandı. Uygulanan seans sayısı ortalama 6,5 (2-11) idi. Tüm lokalizasyonlarda hastaların %53,2’sinde %50-75 arası iyileşme elde edildi ve %53.2’si tedaviden orta derecede memnun olduklarını ifade ettiler.
Sonuç: Hastalarımızda, epilasyon için uygulanan IPL yöntemi’nin güvenli ve orta derecede etkili olduğu bulunmuştur.
Background and Design: There are numerous therapeutic methods for hair removal with various success rates. The aim of this study was to evaluate the efficacy of Intense Pulse Light (IPL) method for hair removal.
Materials and Methods: Ninety patients, who applied for their unwanted hair, were included in the study. IPL was applied to the face, neck, axillary areas, bikini line, sternal area, periareolar areas, and upper and lower extremities. An IPL device (L900 A&M, France) was used for hair removal. The results were evaluated according to the clinical improvement (0-25%, 25-50%, 50-75%, 75% and more) and patients’ satisfaction (very satisfied, satisfied, less satisfied, not satisfied). All results were analyzed using Chi-square test and statistical analysis was performed by SPSS 15.0 for Windows.
Results: There were eighty-eight female (97.8%) and two male (2.2%) patients. The mean age of the patients was 33.62±11.11 (15- 55) years. 13.3% of patients had polycystic ovary syndrome. The mean number of treatments was 6.5 (min-max= 2-11). 53.2% of patients had 50-75% clinical response and 53.2% of patients were satisfied. There were no side effects except mild erythema.
Conclusion: We observed that IPL for hair removal was safe and moderately effective in our patients.

CASE REPORT
9.Giant Merkel Cell Carcinoma Involving the Face
Savaş Yaylı, Sibel Tuğcugil, Köksal Alpay, Kadriye Yıldız, Ahmet Nebioğlu, Sevgi Bahadır
doi: 10.4274/Turkderm.37928  Pages 98 - 100
Merkel hücreli karsinom, nadir görülen agresif seyirli malin bir deri tümörüdür. Hastalık sıklıkla ileri yaşlarda ve baş-boyun gibi güneşe maruz kalan alanlarda ortaya çıkmaktadır. Yetmiş iki yaşında, kadın hasta yüzündeki kitle yakınması ile kliniğimize başvurdu. Sol yanaktaki kitlenin üç ay içerisinde hızla büyüdüğünü tarifliyordu. Özgeçmişi ve aile öyküsünde deri kanserine rastlanmadı. Hastanın fizik muayenesinde sol submandibular bölgede palpabl lenfadenopati dışında patolojik bulgusu yoktu. Dermatolojik muayenesinde ise yüzde sol yanakta 9x9 cm boyutlarında üzerinde ülsere nekrotik krutlu alanlar içeren dev tümoral lezyon izlendi. Lezyondan alınan deri panç biyopsisinin histopatolojik incelenmesinde iri hiperkromatik yuvarlak çekirdekli, yer yer belirgin olmayan çekirdekçikler içeren, dar sitoplazmalı, sık mitotik aktivite gösteren küçük atipik hücrelerden oluşan neoplazm infiltrasyonu izlendi. Apopitotik cisimcikler, nekrobiyoz izlenen neoplazm derinin tüm kalınlığını invaze etmiş, epidermisi ileri derecede inceltmişti. İmmünohistokimyasal incelemede CK20 kuvvetli ve S100 fokal olmak üzere pozitif, EMA pozitif, sinaptofizin, kromogranin, vimentin ve CD3, CD20, CD45 ve CD99 negatifti. Mevcut bulgularla hastaya Merkel hücreli karsinom tanısı konuldu. Hastanın metastazlara ilişkin sistemik araştırmasında toraks tomografisinde metastaz ile uyumlu nodüler lezyonları saptandı. Plastik ve rekonstrüktif cerrahi ve onkoloji klinikleri ile konsülte edilen hasta inoperabl kabul edilerek, etoposid monoterapisi altına alındı. Bu yazıda, akciğer metastazı ile agresif seyir gösteren dev bir Merkel hücreli karsinom olgusu sunarak erken tanının altını çizmeyi amaçlamaktayız.
Merkel cell carcinoma is a rare, aggressive, malignant cutaneous tumor. It usually appears on the sun-exposed areas such as the head and neck in the elderly. A 72-year-old female patient was admitted to our clinic with the complaints of a big mass on her face. She described that the mass on her left cheek rapidly grew in three months. Her family and own medical history was unremarkable for skin cancers. On physical examination, there were no pathological findings except for a palpable submandibular lymphadenopathy. Dermatological examination revealed a giant tumoral lesion 9x9 cm in diameter, containing crusted and ulcerated areas on her left cheek. Histopathological examination of the specimen obtained from the lesion showed a neoplastic infiltration consisting small, atypic cells with big, round, hyperchromatic nucleus, narrow cytoplasms, and prominent nucleoulus in some areas, showing high mitotic activity. The neoplasm, which had apoptotic bodies and necrobiosis, also invaded the full thickness of the skin, and the epidermis was very thin. In immunochemistry, CK20 was strongly positive, S100 was focally positive, and EMA was positive, while synaptophysin, chromogranin, vimentin, CD3, CD20, as well as CD45, and CD99 were all negative. Based on these findings, the patient was diagnosed as having Merkel cell carcinoma. On the systemic screening for metastases, nodular lesions in the lungs compatible with metastases were detected on computed tomography. By the consultations with plastic and reconstructive surgeons and oncologists, she was accepted as inoperable and etoposide monotherapy was administered. In this report, we aimed to underline the importance of early diagnosis while presenting a case of giant Merkel cell carcinoma which shows an aggressive progression with lung metastases.

10.Lichen Planus Pemphigoides Associated with Bisoprolol
Turna İlknur, Sevgi Akarsu, Ceylan Canbaz Avcı, Saim Çarşanbalı, Banu Lebe, Emel Fetil
doi: 10.4274/Turkderm.23540  Pages 101 - 103
Liken planus pemfigoides (LPP) klinik olarak gerek liken planus lezyonları üzerinde gerekse tutulmamış deri bölgelerinde yerleşimli gergin büller ile karakterize iken, histopatolojik olarak likenoid infiltrasyon ve subepidermal bül oluşumu yanında direkt immünofloresan incelemede bazal membran boyunca lineer Ig G ve C3 birikimi ile karakterize bir hastalıktır. Nadir görülen bu büllöz dermatoz genellikle idiyopatik olmakla birlikte literatürde hepatit B, maliniteler, fototerapi ve ramipril, kaptopril, sinnarizin ve simvastatin gibi bazı ilaçlar ile tetiklenen az sayıda olgu bildirilmiştir. Burada bisoprolol kullanımı ile tetiklendiği düşünülen LPP’li 35 yaşında bir kadın olgu sunulmaktadır.
Lichen planus pemphigoides (LPP) is a disease characterized by tense bullae arising on lichen planus papules and on clinically uninvolved skin, lichenoid infiltration and subepidermal bulla in histopathology, and linear deposits of IgG and C3 along basal membrane zone on direct immunofluorescence. This rare bullous dermatosis is usually idiopathic. However, in a few cases in the literature, it has been reported to be induced by hepatitis B, malignancies, phototherapy and some medications such as ramipril, captopril, cinnarizine and simvastatin. We reported a 35-year-old woman with LPP possibly induced by bisoprolol.

11.Successful use of Intravenous Immunoglobulin For Recalcitrant Impetigo Herpetiformis: Case Report
Hayriye Sarıcaoğlu, Sevgül Yıldırım, Hakan Ozan, Emel Bülbül Başkan, Kenan Aydoğan
doi: 10.4274/Turkderm.65768  Pages 104 - 106
İmpetigo herpetiformis (İH), yüksek fetal morbidite ve mortaliteye sahip, bazen gebeliğin sonlandırılmasını gerektirebilen bir hastalıktır. Etkili olduğu belirtilen farklı tedavi seçenekleri bulunmaktadır. Yirmi üç yaşında, psoriazis öyküsü olan 25 haftalık gebe olgu, ani başlangıçlı jeneralize püstüler döküntülerle başvurdu. Klinik bulgular ve histopatolojik değerlendirme ile İH tanısı konuldu. Sistemik prednizolon (2 mg/kg/gün) üç hafta süreyle uygulandı. Yanıt olmadığı için siklosporin A (3mg/kg/gün) ilave edildi. İki hafta siklosporin A ve sistemik prednizolon kombine kullanılmasına rağmen deri bulguları gerilemedi. Tedavilere ek olarak 30. gebelik haftasında intravenöz immunglobulin (IVIG) (0,3 gr/kg/gün, 6 gün) uygulaması ile deri belirtilerinde azalma gözlendi. 33. gebelik haftasında reaktivasyon olduğu için IVIG (0,7g/kg/gün, 3 gün) tekrar verildi. Püstüler lezyonlar geriledi. 34. gebelik haftasında doğum yapan olgunun sağlıklı bir bebeği oldu. Bu olgu sunumu ile İH’de gebeliğin devam etmesi ve fetusun sağlıklı gelişimini sağlaması amacıyla IVIG tedavisine dikkat çekilmektedir.
Impetigo herpetiformis (IH), if left untreated, is associated with a high rate of perinatal morbidity and mortality and may lead to the decision of termination of pregnancy. There are various and effective therapeutic agents available for the treatment of the disease. A 23-year-old woman with a history of plaque psoriasis presented with a sudden generalized pustular eruption on the 25th week of her first gestation. The diagnosis was made based on the clinical and histopathological findings. The patient was treated with systemic prednisolone (2 mg/kg/d) first and, cyclosporine A (3 mg/kg/d) was added to the treatment after two weeks because prednisolone was not effective alone. The lesions did not regress despite four weeks of combined treatment with prednisolone and cyclosporine. Intravenous immunoglobuline (IVIG) (0.3 g/kg/d, 6 days) was added on the 30th week of gestation and resulted in regression of cutaneous rashes. On the 33rd week of gestation, IVIG (0.7 g/kg/d, 3 days) was repeated due to reactivation of pustules, and an improvement was observed. In this case report, we called attention to IVIG therapy in IH, for having the pregnancy continued enough for the fetal maturation before the delivery.

12.A Case of Lymphangioma Circumscriptum Treated with Pulsed Dye Laser
Turna İlknur, Sevgi Akarsu, Mehtap Ünlü Bıçak, Erdener Özer, Emel Fetil
doi: 10.4274/turkderm.90197  Pages 107 - 109
Lenfanjioma sirkumskriptum (LS) genişlemiş dermal lenfatik damarlardan oluşan yüzeyel bir vaskular malformasyondur. Klinik olarak içeriğinde genellikle berrak lenf sıvısı bulunmakla birlikte bazen hemorajiye bağlı olarak kırmızı kan hücrelerini de içeren gruplaşmış translusan veziküller izlenebilir. Vasküler lezyonlarda etkili olduğu bilinen pulsed dye lazer (PDL)’in bu tip hemorajik özellik gösteren lenfanjiomlarda da başarılı olarak kullanılabileceği ileri sürülmüştür. Literatürde PDL tedavisi uygulanan ve lezyonları büyük oranda gerileyen LS’lu iki olgu bildirilmiştir. Burada sol omzunda bazıları hemorajik karakterde kabarcıkları olan ve PDL tedavisine yetersiz kısmi yanıt veren LS’lu 14 yaşında bir kız olgu sunulmaktadır.
Lymphangioma circumscriptum (LS) is a superficial lymphatic malformation which consists of dilated lymphatic channels. Clinically, it presents as grouped translucent vesicles, which usually contain clear lymph fluid but may also contain red blood cells due to hemorrhage. It has been suggested that pulsed dye laser (PDL), which efficacy is known in vascular lesions, has also been successfully used for such lympangiomas with hemorrhagic character. In the literature, two patients who had LS and whose lesions responded well to PDL treatment have been reported. Here, we describe a 14-year-old woman with LS who had vesicles on her left shoulder some of which showed hemorrhagic character and who gave an inadequate partial response to the treatment with PDL.

WHAT IS YOUR DIAGNOSIS?
13.What is Your Diagnosis?
Sedef Bayata, Ümran Günay, Peyker Temiz, Aylin Türel Ermertcan
Pages 110 - 111
Tanınız nedir? olduğu için özet yazılmamıştır.

FROM THE DEPTHS OF DERMATOLOGY
14.
Dünya Deri Kongreleri Tarihçesine Derinlemesine Giriş...
Ekin Şavk
Pages 112 - 113
Abstract | Full Text PDF

NEW PUBLICATIONS
15.New Publications: Pediatric Dermatology

Page 114
Abstract | Full Text PDF

NEWS
16.Society News

Page 115
Abstract | Full Text PDF