E-ISSN 2651-5164 / Print-ISSN 2717-6398
TURKDERM - Turkish Archives of Dermatology and Venereology - Turkderm-Turk Arch Dermatol Venereol: 49 (4)
Volume: 49  Issue: 4 - 2015
EDITORIAL
1.Mohs micrographic surgery: What if there is no Mohs micrographic surgery in Turkey?
Gonca Elçin
Pages 236 - 237
Abstract |Full Text PDF

REVIEW ARTICLE
2.How to perform Mohs micrographic surgery?
Gonca Elçin
doi: 10.4274/turkderm.86619  Pages 238 - 245
Ülkemizde melanom dışı deri kanserlerinin standart eksizyonunu ve oluşan defektin fonksiyonel ve kozmetik onarımını yapan azımsanmayacak sayıda dermatolog bulunmaktadır. Standart eksizyon, hatta küretaj ve elektrodesikkasyon yöntemleri ile çoğu bazal hücreli karsinom (BHK) veya skuamöz hücreli karsinom (SHK) uygun şekilde tedavi edilebilir. Rekürrens açısından yüksek risk taşıyan bir grup hastada ise standart eksizyon istenilen onkolojik kür oranlarını sağlayamamaktadır. Onkolojik kür ihtimalini artırmak için yüksek riskli BHK ve SHK’nın standart eksizyonunun 4-6 mm’den daha geniş güvenlik sınırlarıyla yapılması önerilmektedir. Buna karşılık BHK ve SHK sıklıkla yüze yerleşmektedir ve bu alana yerleşen
tümörlerin 4-6 mm’den daha geniş güvenlik sınırları ile eksizyonu organ koruyucu cerrahi yaklaşıma ters düşebilmektedir. Daha da kötüsü standart eksizyonla 4-6 mm’den daha geniş güvenlik sınırları kullanıldığında bile yüksek riskli BHK ve SHK’da elde edilen onkolojik kür oranları %80’ler civarında olmaktadır. Mohs mikrografik cerrahisinin amacı deri kanserlerinde onkolojik kürü sağlamaktır. Mohs mikrografik cerrahisi eksizyonu takiben dakikalar içinde dokunun dondurulduğu ve horizontal “frozen” kesitler alınarak mikroskop kontrolünde tüm yan ve derin cerrahi sınırların %100’ünün rezidü tümör açısından tarandığı, kademeli bir cerrahi yöntemdir ve yüksek riskli BHK veya SHK’sı olan seçilmiş hasta grubunda onkolojik kür ihtimalini yükseltmektedir. Bu derleme Mohs mikrografik cerrahisinin nasıl uygulanacağını detaylı olarak anlatmak üzere kaleme alınmıştır.
A considerable number of dermatolologist in Turkey perform standard surgical excision of non-melanoma skin cancer and repair the defects functionally and cosmetically. It is possible to appropriately treat most basal cell carcinomas (BCCs) and squamous cell carcinomas (SCCs) with standard excision and even with curettage and electrodessication. However, for a group of patients at high risk of recurrence, standard excision cannot provide the desired oncologic cure rates. In order to increase the possibility of oncologic cure, it is recommended that high risk BCCs and SCCs should be excised with larger than 4-6 mm safety margins. On the other hand the most common localization for BCCs and SCCs are the face, and using safety margins larger than 4-6 mm on the face might contradict with the principles of tissue-preserving surgical approach. A more unfavorable situation is that the oncologic cure rates remain below 80% for high-risk BCC and SCC even after standard excisions with safety margins of wider than 4-6 mm. The goal of Mohs micrographic surgery is complete tumor removal with maximum preservation of healthy tissue.. Mohs micrographic surgery is a staged surgery that enables 100% assessment of the entire lateral and deep surgical margins microscopically in minutes after excision with horizontally cut frozen sections for residual cancer. Thus, it increases the oncologic cure rate especially for a certain group of patients with high-risk BCC and SCC. The aim of this paper was to review the Mohs technique, the most thorough method for treating BCC and SCC.

ORIGINAL INVESTIGATION
3.Lichen planopilaris: Demographic, clinical and histopathological characteristics and treatment outcomes of 25 cases
Deren Özcan, Deniz Seçkin, A. Tülin Güleç, Özlem Özen
doi: 10.4274/turkderm.32767  Pages 246 - 252
Amaç: Liken planopilaris (LPP) kıl follikülünün otoreaktif lenfositik hasarı ile karakterli sikatrisyel bir alopesi tipidir. Burada, LPP olgularının demografik, klinik ve histopatolojik özellikleri ile uygulanan tedavi sonuçlarının değerlendirilmesini amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2006-Haziran 2012 tarihleri arasında klinik ve histopatolojik bulgulara göre LPP tanısı almış 25 hastanın tıbbi kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Skalp biyopsi örneklerinin transvers ve vertikal kesitleri patolog tarafından yeniden değerlendirilerek bulgular kaydedildi.
Bulgular: Yirmi beş hastanın 18’i kadın, 7’si erkek, ortalama yaşları 49,8±12,4 idi. On sekiz hasta klasik LPP ve 7 hasta frontal fibrozan alopesi (FFA) tanısı almıştı. FFA’lı hastaların 5’inde alopesi postmenopozal dönemde başlamıştı. Alopesi, hastaların 19’unda kaşıntı, ağrı ve/veya yanma ile birliktelik gösteriyordu. Hastaların 11’inde skalp dışı tutulum izlendi. En sık klinik bulgular; folliküler hiperkeratoz (%92), perifolliküler eritem (%48), perifolliküler likenoid papüller (%20) ve pozitif saç çekme testi (%44) idi. Dermatoskopik inceleme 14 hastaya yapılmış ve en sık folliküler açıklıklarda silinme (%100), perifolliküler skuam (%92,9) ve perifolliküler eritem (%50) izlenmişti. En sık tanısal histopatolojik bulgular; folliküler
vakuoler ve likenoid dejenerasyon (%88) ile vakuoler ve likenoid interfaz değişikliği (%56) idi. Tedavi başlanan 23 hasta topikal, intramusküler ve intralezyonel kortikosteroidler, topikal minoksidil, oral tetrasiklin, siklosporin A ve hidroksiklorokini tek başına veya birlikte kullanmıştı. İzlem bilgileri olan 16 hastanın 12’sinde (%75) alopesinin ilerlemesi engellenmiş ve semptom ve/veya bulgular gerilemişti.
Sonuç: Ayrıntılı bir klinik muayene, dermatoskopi ve histopatolojik değerlendirme ile LPP’nin kesin tanısının konması mümkündür. Tedavi ile semptomlar ve/veya bulgular azaltılabilir ve hastalığın ilerlemesi önlenebilir.
Background and Design: Lichen planopilaris (LPP) is a type of cicatricial alopecia characterized by autoreactive lymphocytic destruction of the hair follicle. We aimed to evaluate the demographic, clinical and histopathological features, and treatment outcomes of patients with LPP.
Materials and Methods: Medical reports of 25 patients, who have been diagnosed with LPP according to the clinical and histopathological findings between January 2006 and June 2012, were retrospectively reviewed. The transverse and vertical sections of scalp biopsy specimens
were re-evaluated by a pathologist, and the findings were noted.
Results: Of the 25 patients, 18 were female and 7 were male, the mean age was 49.8±12.4 years. Eighteen patients had been diagnosed with classic LPP and 7 patients with frontal fibrosing alopecia (FFA). The alopecia has begun in postmenopausal period in 5 patients with
FFA. Alopecia was associated with pruritus, pain and/or burning in 19 patients. Extra-scalp involvement was observed in 11 patients. The most common clinical findings were follicular hyperkeratosis (92%), perifollicular erythema (48%), perifollicular lichenoid papules, and
positive hair-pull test (44%). Dermatoscopic examination was performed in 14 patients, and most commonly, absence of follicular openings (100%), perifollicular scales (92.9%) and perifollicular erythema (50%) were noted. The most common diagnostic histopathological findingsmwere follicular vacuolar and lichenoid degeneration (88%) and vacuolar and lichenoid interface changes (56%). Twenty-three patients who were started on treatment received topical, intramuscular and intralesional corticosteroids, topical minoxidil, oral tetracycline, cyclosporine A, and hydroxychloroquine either alone or in combination. Progression of alopecia was prevented and the symptoms and/or signs were reduced in 12 (75%) of 16 patients whose follow-up data were available.
Conclusion: LPP can be diagnosed accurately through a detailed clinical examination, dermatoscopy and histopathological examination. The symptoms and/or signs can be reduced and progression of the disease can be prevented with treatment.

4.Prevalence of mucocutaneous findings in Celiac disease patients
Derya Yayla, Seray Külcü Çakmak, Ferda Artüz, Emine Tamer, Tankut Köseoğlu, Ahmet Yozgatlı
doi: 10.4274/turkderm.69875  Pages 253 - 256
Amaç: Çölyak hastalığı, genetik yatkınlığı olan bireylerde gıdalarda bulunan glutene bağlı gelişen, immün mekanizmaların aracılık ettiği bir enteropatidir. Hastalığın kliniğinde gastrointestinal ve gastrointestinal sistem dışı bulgular görülebilir. Çölyak hastalarında dermatitis herpetiformis, vitiligo, psoriasis, rekürren aftöz stomatit ve alopesi areata gibi bazı dermatolojik hastalıkların sıklığının arttığı bildirilmektedir. Ancak bu konuda yapılmış kontrollü çalışma mevcut değildir. Bu araştırma ile çölyak hastalarında görülen mukokütanöz bulguların belirlenmesi ve bu bulguların kontrol grubu ile karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza 49 çölyak hastası ve kontrol grubu olarak yaş ve cinsiyetleri uyumlu 54 sağlıklı gönüllü alındı. Hasta grubunda çölyak hastalığı hikayesi, boy ve kilo parametreleri, hastanın kullandığı ilaçlar, glutensiz diyete uyum, eşlik eden deri hastalığı ve ek hastalık öyküsü sorgulanırken; kontrol grubunda boy ve kilo parametreleri, ek hastalık öyküsü, kullandığı ilaçlar sorgulandı. Hasta ve kontrol grubundakimtüm katılımcıların dermatolojik muayeneleri yapıldı.
Bulgular: Çölyak hasta grubunda 38 hastada (%77,6), kontrol grubunda ise 31 hastada (%57,4) mukokütanöz bulgu tespit edildi. Çölyak hastalarında mukokütanöz bulgu varlığı kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksek bulundu. Yine her iki grup arasında immün aracılı mukokütanöz hastalık sıklığına bakıldığında çölyak hasta grubunda 8 hastada (%16,3) immün aracılı mukokütanöz hastalık saptanırken kontrol grubunda hiçbir hastada saptanmadı ve bu fark istatistiksel olarak anlamlı idi.
Sonuç: Çölyak hastalarında immün aracılı mukokütanöz hastalıkların ve tüm mukokütanöz hastalıkların sıklığı artmış olarak saptanmıştır. Bu nedenle çölyak hastalarının eşlik edebilecek deri hastalıkları yönünden ayrıntılı değerlendirmelerinin yapılması gerektiği kanaatindeyiz.
Background and Design: Celiac disease is an immune-mediated enteropathy which develops as a result of exposure to gluten in food products in individuals with a genetic predisposition. Gastrointestinal and extra-gastrointestinal clinical findings can be seen in these patients.
An increased frequence of autoimmune diseases has been reported in patients with celiac disease.
Some dermatological diseases, such as dermatitis herpetiformis, vitiligo, psoriasis, alopecia areata and recurrent aphthous stomatitis have been reported to be more common among patients with celiac disease. However, there are no controlled studies on this subject. The aim of this study was to identify the mucocutaneous symptoms seen in celiac patients and to compare these findings with a control group.
Materials and Methods: Forty-nine celiac patients and 54 age-and sex-matched healthy volunteers were included in the study. In the patient group, celiac disease history, height and weight parameters, the medications of the patients, compliance to a gluten-free diet, concomitant skin disorders and additional illnesses were questioned; height and weight parameters, diagnosed illnesses, and medications were questioned in the control group. Dermatological analyses were performed in all participants.
Results: Mucocutaneous findings were found to be present in 38 patients (77.6%) in the celiac patient group and in 31 (57.4%) individuals in the control group. The presence of mucocutaneous findings in celiac patients was significantly more common than in the control group. While immune-mediated mucocutaneous diseases were detected in 8 celiac patients (16.3%), none of the individuals in the control group had immune-mediated mucocutaneous diseases and a statistically significant difference was found between the two groups.
Conclusion: In celiac patients, the frequency of immune-mediated mucocutaneous diseases and all mucocutaneous diseases were found to be increased. Therefore, we suggest that celiac disease patients should routinely be evaluated for concomitant skin diseases.

5.Clinical and demographic characteristics of patients with occupational contact dermatitis: A 3-year single center experience
Aslı Aytekin, Arzu Karataş Toğral, Ömer Hınç Yılmaz, Murat Büyükşekerci
doi: 10.4274/turkderm.67760  Pages 257 - 262
Amaç: Mesleki dermatozların %80-90’ından mesleki kontakt dermatitler (MKD) sorumludur. Bu çalışmanın amacı hastanemize başvuran hastalardaki MKD'lerin klinik özelliklerini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: 2009 Aralık-2013 Ocak arasında mesleki deri hastalığı şüphesi ile hastanemize başvuran hastalar geriye dönük olarak incelendi. Mathias kriterlerine göre MKD tanısı konulan 159 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların meslek grubu, yaş, cinsiyet, egzamanın yerleşim yeri, atopi varlığı, eldiven kullanımı, mesleki maruziyet süreleri, total IgE ve “Avrupa Standart Seri Deri Yama Testi” sonuçları kaydedildi. Yama testi sonuçlarına göre duyarlılığı saptanan hastalar “alerjik MKD”, saptanmayanlar “irritan MKD” olarak değerlendirildi. Hastaların klinik özellikleri ve yama testi sonuçlarının birbiriyle ilişkisi değerlendirildi.
Bulgular: Yaş ortalaması 39±7,9 olan 159 hastanın 8’i kadın 151’i erkekti. Hastaların 81'si (%50,1) alerjik MKD, 78'i (%49,9) irritan MKD olarak değerlendirildi. Egzamanın vücutta en sık ellere, el kendi içinde değerlendirildiğinde ise en sık avuç içlerine yerleştiği saptandı. İrritan MKD en sık diş teknisyenlerinde, alerjik MKD en sık terzilerde saptandı. En sık duyarlılık saptanan 3 alerjen; potasyum dikromat (%15,1), nikel sülfat (%11,9) ve kobalt klorid (%10,7) olarak sıralandı.
Sonuç: Ülkemizde MKD'lerin klinik ve tanımlayıcı özelliklerini gösteren kapsamlı bir çalışma bulunmamaktadır. MKD’ye bağlı işgücü kayıplarının önlenmesi için ülkemize ait verilerin olması gereklidir. Bu nedenle kendi veri tabanımızın oluşturulması için çok merkezli çalışmaların yapılması gerektiğini düşünmekteyiz.
Background and Design: Occupational contact dermatitis (OCD) is responsible for 80-90% of the occupational dermatoses. The aim of this work was to evaluate the clinical features of patients with OCD admitted to our hospital.
Materials and Methods: The records of patients, who were admitted to our hospital with OCD between December 2009 and January 2013, were evaluated retrospectively. One hundred fifty-nine patients, who were diagnosed with OCD according to the Mathias criteria, were
included in the study. Age, sex, location of the lesions, atopic status, glove use, occupational exposure time and total IgE levels of the patients were assessed. Patients with positive allergic reaction with "European Standard Series Skin Patch Test" were identified as allergic OCD and
patients with negative test results as "irritant OCD". The clinical features and patch results of patients are evaluated.
Results: One hundred fifty-nine patients with a mean age of 39±7.9 years consisted of 151 men and 8 women. The hands were the most common site of OCD; the palms were the most common affected areas of hand eczema. Eighty-one patients (50.1%) were identified to have allergic OCD and 78 (49.9%) as irritant OCD. Irritant OCD was most commonly seen in dental technicians, whereas allergic OCD was most commonly seen in tailors. The top 3 most frequent allergens were potassium dichromate (15.1%), nickel sulfate (9.11%) and cobalt chloride (10.7%).
Conclusion: In our country, there has been no comprehensive study presenting the clinical and descriptive characteristics of OCD. For preventing OCD and reducing sick leave we need to have data that belong to our country. Consequently, multicenter studies should be
performed for establishing our own database on OCD.

6.Pentraxin 3 levels in psoriasis, their relationship with disease severity and the efficacy of narrow-band ultraviolet B therapy
Tuğba Zorlu, Mukaddes Kavala, İlkin Zindancı, Şermin Duran, Burçe Can Kuru, Zafer Türkoğlu
doi: 10.4274/turkderm.94468  Pages 263 - 265
Amaç: Bir akut faz proteini olan pentraxin 3 (PTX 3) enflamatuvar cevabın düzenlenmesi ve doğal immunitenin aktivasyonunda önemli bir rol oynar. PTX 3’ün immun ve enflamatuvar cevaplara bu önemli etkisi nedeniyle psoriasisin patogenezinde rol oynayabileceği düşünülmüştür. Biz de çalışmamızda psoriasisli hastalarda plazma PTX 3 düzeyini, hastalık ile ilişkisini ve darband ultraviyole B (dbUVB) tedavisinin PTX 3 düzeyine etkisinin araştırdık.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 40 psoriasisli hasta ile yaş ve cinsiyet uyumlu 88 sağlıklı kontrol grubu dahil edildi. Hastaların dermatolojik muayeneleri yapıldı, psoriasis alan ve şiddet indeksi (PAŞİ) hesaplandı. Hastalara ortalama 13 joule/cm2, 20 seans dbUVB tedavisi uygulandı.
Psoriasis vulgarisli hastaların tedavi öncesi ve tedavi sonrası PAŞİ ve plazma PTX 3 değerleri ile kontrol grubunun plazma PTX 3 düzeyleri ölçüldü.
PTX 3 ölçümü için sandwich enzyme-linked immunosorbent assay yöntemi kullanıldı ve istatistiksel olarak karşılaştırıldı.
Bulgular: Plazma PTX 3 düzeyleri psoriasisli hastalarda (1,24±0,83) kontrol grubuna (0,55±0,26) göre anlamlı derecede yüksek saptandı
(p<0,05). Hastalarda dbUVB tedavisi ile PAŞİ değerlerinde anlamlı düşüş görüldü (p<0,05). Psoriasisli hastalardaki tedavi sonrası saptanan değer (0,84±0,62) tedavi öncesi (1,24±0,83) ile karşılaştırıldığında aradaki fark anlamlı derecede düşük bulundu (p<0,05). Ayrıca tedavi sonrası plazma PTX 3 düzeyleri psoriasisli hastalarda (0,84±0,62) kontrol grubuna (0,55±0,26) göre anlamlı derecede yüksek bulundu (p<0,05). PTX 3 düzeyleri ile hastalık şiddeti, aile hikayesi, tırnak tutulumu, cinsiyet, yaş ve hastalık süresi arasında anlamlı bir ilişki gözlenmedi (p>0,05).
Sonuç: Çalışmamızda psoriasisli hastalarda artan plazma PTX 3 düzeylerinin hastalık şiddeti ile ilişkili olmadığı ve PTX 3 düzeylerinin dbUVB tedavisi ile anlamlı derecede azaldığı saptandı.
Background and Design: Pentraxin 3 (PTX 3), an acute phase protein, plays an important role in activation of innate immunity and in the regulation of inflammatory reactions. Thus, considering the importance of PTX 3 in immune and inflammatory responses, it has been
suggested that PTX 3 may play a role in the pathogenesis of psoriasis. The aim of this study was to evaluate plasma PTX 3 levels in patients with psoriasis and their relationship with the disease severity and the effect of narrowband ultraviolet B (nbUVB) therapy on PTX 3 levels.
Materials and Methods: The study comprised 40 patients with psoriasis and 88 age-and sex-matched healthy controls. Dermatological examinations and psoriasis area severity index (PASI) were performed. The patients received 20 courses of nbUVB therapy with a mean value
of 13 joule/cm2. The efficacy of nbUVB was evaluated using PASI scores. Plasma PTX 3 levels in the patient group were measured before and after therapy by sandwich enzyme-linked immunosorbent assay in patients with the diagnosis of psoriasis and were compared with that in the control group.
Results: The mean plasma PTX3 level in the patient group (1.24±0.83) was statistically significantly increased compared to that in the control group (0.55±0.26) (p<0.05). A statistically significant decrease in PASI scores were observed after nbUVB therapy (p<0.05). The mean pretreatment plasma PTX 3 level in patients with psoriasis (1.24±0.83) statistically significantly decreased after treatment (0.84±0.62) (p<0.05).Furthermore, the mean post-treatment plasma PTX 3 level in the patient group (0.84±0.62) was significantly higher than in healthy controls (0.55±0.62) (p<0.05).
There was no relationship of plasma PTX 3 levels with disease severity, family history, nail involvement, gender, age, and duration of disease (p>0.05).
Conclusion: We found that plasma PTX3 levels that are increased in patients with psoriasis were not correlated with disease severity and that they significantly decreased after nbUVB therapy.

7.Serum sex hormone levels and their relationship with autologous serum skin test in chronic urticaria patients
Yeşim Yayla Güngör, Ferda Artüz, Emine Tamer, Seray Külcü Çakmak, Cemal Reşat Atalay
doi: 10.4274/turkderm.92260  Pages 266 - 270
Amaç: Kronik ürtiker etiyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte etiyopatogenezinde, otoimmün ve enflamatuvar süreçlerin aktivasyonu suçlanmaktadır. Seks hormonlarının immün ve enflamatuvar hücre fonksiyonlarını düzenlemedeki rollerinden yola çıkarak kronik ürtikerli
hastalarda otolog serum deri testi (OSDT), hastalık şiddeti ve seks hormon düzeyleri arasındaki ilişkinin belirlenmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya polikliniğimize başvuran 50 kronik ürtikerli kadın hasta ve yaşa göre eşleştirilmiş 25 sağlıklı kadından oluşan gönüllü kontrol grubu dahil edildi. Hasta grubunda hastalığın şiddeti belirlendi ve OSDT uygulandı. Her iki grubun serum prolaktin,
dehidroepiandrosteron sülfat (DHEA-S), folikül stimüle edici hormon (FSH), lüteinizan hormon (LH), östradiol, progesteron (P) ve total testosteron (T) düzeyleri kaydedilerek veri analiz çalışması yapıldı.
Bulgular: OSDT (-) ve OSDT (+) hastaların hastalık şiddetleri arasında anlamlı bir fark bulunmadı. OSDT (-) ve OSDT (+) gruplardaki DHEA-S değerleri ayrı ayrı kontrol grubuyla karşılaştırmalı olarak incelendiğinde ve tüm hastalar ile kontrol grubu karşılaştırıldığında hasta grubunda anlamlı derecede düşük olarak tespit edildi. OSDT pozitifliği ile DHEA-S değerleri arasında ise ilişki olmadığı saptandı. OSDT (-) ve OSDT (+) gruplardaki diğer hormon değerleri, ayrı ayrı kontrol grubundaki hormon değerleri ile karşılaştırmalı olarak incelendiğinde ve tüm hastalar ve kontrol grubu karşılaştırıldığında arada anlamlı bir farklılık bulunmadı. Hasta ve kontrol gruplarındaki LH/FSH oranları arasında da yine istatistiksel olarak anlamlı bir fark olmadığı tespit edildi.
Sonuç: Kronik ürtikerli hastalarda anti-enflamatuvar etkilerinden dolayı DHEA-S ve total T dahil androjenlerin ve P seviyelerinin düşük olması, proenflamatuvar etkili östrojen ve prolaktin düzeylerinin ise yüksek olması beklenmektedir. Çalışmamızda DHEA-S dışındaki sonuçların
istatistiksel olarak anlamlı olmaması bize bu hormon düzeylerinin otoreaktivite ve/veya kronik ürtikerle direkt olarak ilişkili olmadığını düşündürmektedir.
Background and Design: Although the etiology of chronic urticaria is not clear, autoimmune and inflammatory activities are suspected. We aimed to determine the relationship of serum sex hormone levels with disease severity and autologous serum skin test (ASST) positivity in
chronic urticaria patients on the basis of the fact that sex hormones have a regulatory role on the functions of inflammatory cells.
Materials and Methods: Fifty female chronic urticaria patients and 25 age-matched healthy females were included. In the patient group, severity of illness was determined and ASST was performed. Serum prolactin, dehydroepiandrosterone sulphate (DHEA-S), follicle stimulating
hormone (FSH), luteinizing hormone (LH), estradiol, progesterone and total testosterone levels in both groups were recorded.
Results: There was no significant difference in the severity of illness between ASST (-) and ASST (+) patients. DHEA-S levels in ASST (-) and ASST (+) groups were compared, and significantly lower levels were detected in the patient group. There was no significant correlation between ASST positivity and DHEA-S levels. There was no significant difference in other hormone levels between control and patient groups. It was also found that there was no significant difference in LH/FSH levels between patient and control groups.
Conclusion: In chronic urticaria patients, DHEA-S and total androgens, progesterone levels which have anti-inflammatory effects are expected to be lower, and estrogen and prolactin levels which have proinflamatory effects are expected to be higher. The reason that there was no significant difference between patient and control groups in levels other than DHEA-S may be due to the fact that these hormone levels are not directly related with autoreactivity and/or chronic urticaria.

8.The effectiveness of long-pulse 1064 nm neoymium-doped yttrium aluminum garnet laser for recalcitrant palmoplantar and ungual warts
Ali Balevi, Burcu Işık, Yeliz Uçar Tavlı, Seçil Engin Uysal, Mavişe Yüksel, Sümeyye Altuntaş Kakşi, Mustafa Özdemir
doi: 10.4274/turkderm.41017  Pages 271 - 275
Amaç: Palmoplantar ve ungual siğillerin bir kısmı geleneksel tedavilere dirençlidir. Biz bu çalışmada; 1064 nm uzun atımlı Nd: YAG lazerin, tedaviye dirençli palmoplantar ve ungual siğiller üzerindeki etkinliğini araştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Geleneksel tedavilere dirençli palmar, plantar veya ungual siğili olan 63 hasta alındı. Dört hafta arayla 4 seans uygulama yapıldı. İşlemlerimizde neodimyum katkılı itriyum alüminyum granat (Nd: YAG) (80 W) lazer cihazı kullanıldı. Uygulamalar 4 mm başlık ile 150 J/cm2, 15 milisaniye şeklinde yapıldı. Tedaviye yanıtlar istatistiksel olarak değerlendirildi ve yan etkiler kaydedildi.
Bulgular: Siğilleri tamamen temizlenen hasta sayısı 37 (%66), kısmi temizlenen hasta sayısı 15 (%26) idi ve 4 (%8) hastada ise tedaviye cevap vermedi. Yapılan istatistiksel analizde, palmar, plantar veya ungual bölgedeki siğillerde tam temizlenme açısından fark saptanmadı (p=0,20, p=0,82, p=0,94 sırasıyla). Ayrıca lezyon sayısı ile tam temizlenme arasında da anlamlı bir ilişki yoktu (p=0,97).
Sonuç: Uzun atımlı Nd: YAG lazerler özellikle konvansiyonel tedavilere dirençli palmoplantar ve ungual siğillerde etkili, yan etkisi az ve günlük yaşam aktivitelerini bozmayan alternatif bir tedavi yöntemi olarak önerilebilir.
Background and Design: Some of palmoplantar and ungual warts are resistant to conventional treatments. In this study, we aimed to investigate the efficacy of non-ablative 1064 nm long pulsed neoymium-doped yttrium aluminum garnet (Nd: YAG) laser treatment on recalcitrant palmoplantar and ungual warts.
Materials and Methods: Sixty-three patients with recalcitrant palmar, plantar and ungual warts were included in the study. Laser is applied in 4 sessions at 4-week intervals. The study employed the Nd: YAG (80 W). The following parameters were used: spot size: 4 mm; pulse duration: 15 msec; and fluence: 150 J/cm2. Treatment responses were evaluated statistically and side effects were recorded.
Results: The number of patients who were completely cleaned and partially cleaned were 37 (66%) and 15 (26%), respectively. Four patients (4%) did not respond to treatment. In statistical analysis, there were no significant differences in palmar, plantar or ungual sites in term of complete clearance (p=0.20, p=0.82 and p=0.94, respectively). In addition, there was no association between the number of lesions and complete clearance (p=0.97).
Conclusion: Long-pulsed Nd: YAG laser, which does not affect daily activity, is a safe and alternative method and may be recommended for patients with recalcitrant palmoplantar and ungual warts.

9.Quality of life in patients with Behcet's disease and Recurrent aphthous stomatitis
Burcu Tuğrul Ayanoğlu, Aysel Gürler, Fatma Gülru Erdoğan, Özge Gündüz, Aslıhan Alhan
doi: 10.4274/turkderm.00868  Pages 276 - 284
Amaç: Behçet hastalığı, yaşam kalitesini etkileyen önemli morbidite ve mortalite sebebidir. Rekürren aftöz stomatit (RAS) ise hastaların oral sağlıkla ilişkili yaşam kalitelerinin bozulduğu bir patolojidir. Çalışmada, Behçet hastalarının yaşam kaliteleri hastalığa özgü bir ölçek olan Behçet Hastalığı Yaşam Kalite ölçeği (BYKÖ) değerlendirilirken; RAS hastaları ve sağlık kontrollerle yaşam kalitelerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 40 Behçet hastası, 40 RAS hastası ve sosyo-demografik özellikleri yönünden benzer 40 sağlıklı birey alındı. Behçet hastalarının yaşam kalitelerini kendi arasında değerlendirme amaçlı BYKÖ, Behçet ve RAS hasta gruplarının yaşam kalitelerini karşılaştırma amaçlı Dermatolojik Yaşam Kalite indeksi uygulandı. Tüm hasta ve kontrol grubuna Kısa Form-36 ile tarafımızdan hazırlanan klinik bilgi veri formu uygulandı. Elde edilen veriler istatistiksel olarak değerlendirildi. Çalışmanın gücü %99 olarak belirlendi.
Bulgular: Behçet hastalarının yaşam kaliteleri sağlıklı popülasyondan düşük bulundu. Behçet hastalarının fiziksel fonksiyon ve fiziksel fonksiyona bağlı rol kısıtlılıkları geliştirdikleri; ağrının ve sağlığın genel algılanmasında sıkıntı yaşadıkları izlendi (p<0,001, p=0,001, p=0,016 <0,001). RAS hastalarının ise sağlıklı popülasyona göre fiziksel fonksiyonlarının ve sağlık algılarının bozulduğu tespit edildi (p=0,018, p=0,021). Behçet ve RAS hastalarının yaşam kalitelerinde fark olmadığı görüldü (p>0,05). Behçet hastalarının yaşam kalitelerini, hastalığın aktif dönemde olmasının, kadın cinsiyetin ve mukokutanöz bulguların negatif yönde etkilediği görüldü. RAS hastalarının yaşam kalitelerini ise en çok kadın cinsiyet ve hastalık süresinin etkilediği izlendi.
Sonuç: BYKÖ ile diğer ölçeklerden farklı olarak özellikle aktif dönemdeki ve kadın cinsiyetteki Behçet hastalarında yaşam kalitesindeki düşüklük dikkat çekmiştir. Çalışmada aktif mukokutanöz Behçet hastalarının baskınlığı, RAS hastalarının yaşam kaliteleri ile fark olmamasını ve mukokutanöz bulguların yaşam kalitesi üzerindeki etkisini açıklayabilir. Aktif organ tutulumunun da görüldüğü, Behçet hastalarının yaşam kaliteleri, diğer hastalıklarla karşılaştırılarak ileri çalışmalarda değerlendirilebilir. Behçet hastaların rutin kontrollerinde, yaşam kalitelerinin değerlendirilmesi ile sıkıntı yaşadıkları semptomlara önem verilmesi, multidisipliner yaklaşımla tedaviye yön verilmesi hastaların yaşam kalitesini olumlu yönde arttırabilir.
Background and Design: Behçet’s disease (BD) is an important cause of morbidity and mortality. Recurrent aphthous stomatitis (RAS) is a condition affecting oral health-related quality of life (QoL). In this study, we aimed to evaluate QoL of BD patients by using the Behçet’s disease quality of life instrument (BDQLI) and to compare the QoL of patients with BD with that of patients with RAS and healthy controls.
Materials and Methods: Forty patients with BD and 40 patients with RAS and 40 healthy subjects with similar sociodemographic characteristics were included in the study. We used the BDQLI to evaluate QoL of patients with BD and the Dermatology-specific quality of life instrument for comparison of QqL between patients with BD and RAS. 36-Item Short Form Health Survey and clinical data form were applied in all participants. The results were analyzed statistically. The power of the study was 99%.
Results: QoL of patients with BD were lower than that of healthy controls. It was observed that patients with BD had decreased physical functions, impaired perception of pain and poor general health (p<0.001, p=0.001, p=0.016, <0.001). Physical functions were decreased and perception of general heath was worse in patients with RAS compared to healthy controls (p=0.018, p=0.021). There was no difference in QoL between patients with BD and RAS (p>0.05). Female gender, relapse periods and mucocutaneous symptoms negatively affected QoL of patients with BD. Female gender and duration of the disease were found to be the main factors affecting QoL of patients with RAS.
Conclusion: Unlike the results obtained with other instruments, with BDQLI, QoL, particularly in patients with active period and female gender was found to be decreased. In this study, there was a dominance of active mucocutaneous symptoms. This may explain the effect of mucocutaneous symptoms on QoL and the fact that there was no difference in QoL between BD and RAS patients. Further studies comparing QoL of patients with BD in whom visceral involvement is also observed with those with other diseases. QoL of BD patients may be improved by paying attention on symptoms that patients have trouble and by evaluating QoL with multidisciplinary approach during routine follow up.

10.The knowledge and attitudes towards complementary and alternative medicine among patients admitted dermatology outpatient clinic
Kürşat Göker, Hamza Yıldız, Ercan Karabacak, Bilal Doğan
doi: 10.4274/turkderm.84756  Pages 285 - 290
Amaç: Bu çalışmayla dermatoloji polikliniğimize başvuran hastaların Tamamlayıcı ve Alternatif Tıp (TAT) yöntemleri hakkındaki bilgi ve yaklaşımlarını değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Kesitsel tanımlayıcı tipte bir anket çalışması olarak planlanan çalışmamız Mayıs 2012-2013 tarihleri arasında yapıldı. Yirmi beş soruluk anket hastalarla poliklinik ortamında yüz yüze soru-cevap şeklinde uygulandı.
Bulgular: Çalışmamıza 619’u (%60,6) erkek, 402’si (%39,4) kadın toplam 1021 gönüllü hasta katıldı. Ankete katılan hastaların 311’i (%30,5) TAT yöntemi kullandığını ve 222’si (%21,8) dermatolojik amaçlı kullandığını ifade etti. Kadın hastalarda TAT kullanım oranı %41,8, erkeklerde %23,1’di. Kadınlarda, 30-39 yaş grubunda, üniversite mezunu ve yüksek gelir düzeyinde daha sık kullanılıyordu. Tercih edildiği tanılar sıklıkla pigmentasyon bozuklukları, saç-kıl hastalıkları, enflamatuvar dermatozlardı. En sık kullanılan yöntemler bitkisel ürünler, dua okuma, megavitamin idi. TAT kullanan hastaların %61,1’i olumlu etki, %5,5’i yan etki bildirdi. Hastalar bu yöntemleri sıklıkla tavsiye edildiği için kullanmaktaydı. Hastaların %71,3’ü yan etkilerini bilmediğini, %59,5’i doktora kullanım öyküsüyle ilgili bilgi vereceğini, 1/3’ü de SGK tarafından geri ödenmesini istediklerini ve kullandıkları ürünleri başkalarına önereceklerini, %85’i de öncelikle medikal tedavileri tercih edeceklerini ifade
ettiler. TAT kullanan hastaların %12,9’unda ailede de kullanım öyküsü vardı.
Sonuç: TAT kullanımının oranın kadın hastalarda, ailesinde TAT kullanım öyküsü olan hastalarda, gelir ve eğitim düzeyi yüksek hastalarda diğerlerine göre daha yüksek olduğu saptandı. Katılımcıların sıklıkla bitkisel ürünleri tercih ettiği, genellikle arkadaş tavsiye üzerine kullandıkları ve TAT kullanımına bağlı oluşabilecek yan etkiler konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıkları izlendi. Katılımcıların çoğunun öncelikle medikal tedaviyi tercih etmiş olup; ilk tedavi olarak TAT kullanmaya da sıcak bakmadıkları ortaya konuldu.
Background and Design: This study aimed to evaluate the knowledge and general approach towards complementary and alternative medicine (CAM) among patients admitted to our outpatient clinic.
Materials and Methods: This descriptive cross-sectional survey was carried out between May 2012-2013. A questionnaire comprising 25 questions was prepared and filled by using face to face interview technique in our outpatient clinic.
Results: A total of 1.021 patients were included. Six hundred nineteen (60.6%) were male and 402 (39.4%) were female. 30.5% of the participants reported CAM and 21.8% reported dermatological purpose. Women in the 30-39 age group and patients, who were college graduate and having high income levels, were using CAM more frequently. The most common conditions for CAM use were pigmentation disorders, hair diseases and inflammatory dermatoses. The most commonly used methods were herbal products, prayer and megavitamins. 61.1% of patients using CAM reported positive effects while 5.5% had side effects. Patients were using CAM because it was often recommended. 71.3% of patients reported not knowing the side effects, 59.5% of patients stated that they would inform their doctors about CAM usage, 1/3 of the patients wanted reimbursement of CAM by the Social Security Institution and would recommend CAM they used to others, 85% of patients reported that they would prefer medical treatments firstly. 12.9% of patients using CAM had a family history of CAM use.
Conclusion: We found that the rate of CAM therapies was increased in the female patients, in those with high levels of income and education and who had a family history of CAM use. We observed that our participants commonly preferred herbal products. They usually used CAM on the recommendation of a friend. They did not have enough information about the side effects. The majority of participants preferred medical treatments.

CASE REPORT
11.A case of black hairy tongue responding to oral nystatin and vitamin B complex treatment
Ömer Kutlu, Pınar Özdemir, Tuba Betül Karadeniz, Güler Vahaboğlu, Hatice Meral Ekşioğlu
doi: 10.4274/turkderm.61214  Pages 291 - 293
Lingua villosa nigra olarak da bilinen siyah kıllı dil (SKD) dilin dorsal yüzündeki deskuamasyon defekti ile beraber filiform papillaların reaktif hipertrofisiyle karakterizedir. Hastalığın etiyopatogenezi tam olarak bilinmese de sigara, alkol kandidal enfeksiyon gibi durumlar etiyolojide suçlanmaktadır. Bu çalışmada, kötü ağız hijyeni ve kandidal enfeksiyona bağlı olduğu düşünülen SKD olgusu sunulmaktadır.
Black hairy tongue, also known as lingua villosa nigra, is characterized by desquamation defects on the dorsal side of the tongue with reactive hypertrophy of the filiform papillae. Although the etiology of the disease is unknown, conditions such as smoking, alcohol and candidal infection are accused. In this study, a case of black hairy tongue which is considered to occur due to poor oral hygiene and candidal infection is presented.

12.Eccrine porocarcinoma: Two faces of a rare adnexal tumor
Andaç Salman, Ayşe Deniz Yücelten, Burak Tekin, Cuyan Demirkesen
Pages 294 - 297
Ekrin porokarsinom (EPK), ekrin ter bezlerinin intraepidermal duktal ünitelerinden kaynaklanan nadir bir malin deri eki tümörüdür. Klinik olarak birçok benin ve malin tümörü taklit edebilir. Burada farklı klinik ve histopatolojik özellikleri olan iki EPK olgusu sunulmaktadır. Her iki olguda tanı histopatolojik inceleme ile konulmuş ve tedavide total eksizyon ve greftlemeyle onarım uygulanmıştır.
Eccrine porocarcinoma is a rare, malignant adnexal tumor arising from the intraepidermal ductal unit of the eccrine sweat glands. Clinically, it can mimic a variety of benign and malignant tumors. We report two patients who presented with different clinical and histopathological features. In both patients, the diagnosis was made after histopathological evaluation. Both patients underwent total excision with grafting.

WHAT IS YOUR DIAGNOSIS?
13.
Tanınız Nedir?
Müzeyyen Gönül
Page 298
Otuz bir yaşında bayan hasta polikliniğimize saçlarının görünümündeki bozukluk nedeni ile başvurdu. Hasta kesin tarih verememekle birlikte saç görünümündeki bozukluğun yıllardır olduğunu ifade etti. Aile öyküsü yoktu. Özgeçmişinde herhangi bir özellik bulunmamaktaydı. Dermatolojik muayenesinde özellikle başın arka kısmındaki saçlarda daha belirgin olmak üzere saçlara yapışık parlak pullar varmış izlenimi edinildi (Resim 1). Daha yakın bakıldığında, kıl boyunca araklıklı parlak, açık renkli alanların izlendiği görüldü. Hastanın saçlarının mikroskobik incelemesinde kıl boyunca kesintiler gösteren koyu renkli alanlar izlendi.

14.
Tanınız nedir?
Fatma Pelin Cengiz, Nazan Emiroğlu, Bengü Çevirgen Cemil, Nesrin Gürçay
Pages 299 - 301
69 yaşında erkek hasta polikliniğimize sağ ayak bileğinde 2 aydır kapanmayan yara nedeniyle başvurdu. Daha önce başvurduğu dış merkezde kendisine sürme tedavilerin verildiğini, bu tedaviye rağmen yarasının küçülmeyip, büyüdüğünü ifade etti. Hastanın özgeçmişinde 3 yıldır eklem yerlerinde ara ara şiddetlenen kızarıklığı ve ağrısı oluyormuş. Bu şikayetleri için daha önce doktora başvurmamış. Dermatolojik muayenesinde sağ ayak bileği lateral malleolün üzerinde yaklaşık 3 cm çaplı, sarı-beyaz akıntılı, üzeri ülsere mobilize olan nodülü mevcuttu (Resim 1A-B). Ülser sınırından alınan biyopsi örneğinin histopatolojik bulguları Resim 2A-B'de görülmektedir.

15.Subject Index

Pages 302 - 305
Abstract |Full Text PDF

16.Referee Index

Page 306
Abstract |Full Text PDF

17.Author Index

Pages 307 - 309
Abstract |Full Text PDF

LookUs & Online Makale